İlk olarak 1983 yılında Sultanahmet Camii avlusunda gördüm onu.
Mahalleden çok yakın arkadaşım Murat Başaran’la birlikte ilk Dini Yayınlar Fuarı’na gitmiştik.
Murat birden çekiştirdi kolumu;
-Enver Abi geliyor, dedi…
Çok güleç bir sima. Aydınlık bir yüz. Hatırını sordu Murat’ın…
Sonra yürüyüp gitti.
Aradan üç seneye yakın bir zaman geçti.
Biraz gecikmeli de olsa liseyi bitirdim. O sene üniversite sınavını kazanamadım. Çalışmak istiyorum ama ne iş yapacağıma bir türlü karar veremiyorum. Hiçbir işte dikiş tutturamıyorum.
Birkaç örnek vereyim: Bir arkadaşımla ortak bakkal dükkanı açtım, ilk gün silahlı iki kişi gelip soydular. Üçüncü gün devrettik ister istemez… Bir mobilya mağazasında şoförlük yaptım. Hemen her hafta küçük kazalar yaptım. Çünkü ehliyetim vardı ama araba kullanma konusunda tecrübem yoktu…
Daha bir sürü işlere girip çıktım ama bir türlü olmuyordu. Sanırım hayat beni bir yerlere itiyordu adeta.
Bu arada Murat Türkiye Gazetesi’nde işe başladı. Benim de çok hoşuma gidiyordu gazetecilik öteden beri. Birkaç defa:
-Ne olur, beni de aldırsana gazeteye dedim.
Haklı olarak kendisinin de yeni olduğunu bu işi nasıl yapacağını bilemediğini söyledi.
Benim de işsizlik canıma yetmişti bu sıralar.
Dedim ki, kendi göbeğimi kendim keseyim!..
Eskiden telefon kulübelerinde sarı rehberler dururdu. Girdim kulübeye… Cebimde sadece bir tek jeton var… Açtım rehberi, "Enver Ören" isimlerini aramaya başladım. Üç tane numara çıktı karşıma. İkisi Fatih, biri Cağaloğlu.
Enver Bey’in Fatih’te oturduğunu duymuştum Murat’tan. Seçenekler ikiye düştü. Numaralardan biri müstakil bir eve aitti, diğeri apartman dairesi…
Dedim ki; gazete patronu olduğuna göre müstakil bir evde oturuyordur…
Böylece elimdeki tek sermayemi (jetonumu) atıp numaraya çevirdim.
Telefonu bir çocuk açtı.
-Enver Ören beyin evi mi? Diye sordum.
-Evet, diye cevap verdi karşımdaki. Kesinleştirmek için yeniden sordum:
-Türkiye gazetesinin sahibi Enver Ören’in evi değil mi?
Yeniden "evet" cevabını alınca, kendisiyle görüşmek istediğimi söyledim.
-Kim arıyor diyeyim? Diye sordu.
Sorularıma sabırla, tek tek cevap veren 13-14 yaşlarındaki çocuğun da, Enver abinin oğlu Mücahid bey olduğunu öğrendim daha sonra. Dedim ki:
-Tanımazsınız beni, kendisiyle görüşmek istiyorum.
Az sonra Enver abi geldi telefona:
-Buyrun efendim, dedi.
Bir solukta anlattım durumumu. Türkiye Gazetesi’nde çalışmak istediğimi söyledim. İnanılmaz bir güzellikte karşıladı benim bu cüretimi…
-İsmail, dedi. Burası bir ev… Evde iş konuşulmaz. İş, işyerinde konuşulur. Yarın gazeteye gel, orada konuşalım.
Teşekkür edip kapattım telefonu.
Uçuyordum adeta…
Bir yandan da; acaba görüşebilecek miyim, beni işe alacak mı diye endişe ediyordum.
Neyse, ertesi gün yani 7 Ocak 1986 Salı günü Cağaloğlu’na gittim.
Bir süre aradıktan sonra Çatalçeşme Sokak 17 numaradaki binayı buldum.
Önce aşağıdaki görevliye anlattım durumu. Sonradan o kişinin de Erol Sevdi abi olduğunu öğrendim.
Nihayet yukarıya, Enver Abi’nin odasının yanındaki bekleme yerine ulaştım. Oda tıklım tıklım doluydu. Girişte kapının hemen yanında bir yer gösterdiler, oturdum.
Meğer Enver Abi bir önceki gün Hindistan’dan gelmiş. Arkadaşları hoşgeldine gelmişler. Yani bir gün önce arasam Enver abiyi, evde yok diyecekler. Ben de tabii ki görüştürmezler deyip belki de bir daha hiç aramayacağım bile…
Herkes birbirini tanıyor, bir yabancı ben varım burada.
Herkes bana bakıyor, kim bu genç adam diye…
Yine sonradan tanıdığım Mehmet Okyay abi; "kim olduğumu, Enver Bey ile ne görüşeceğimi" sordu.
Ben utanıyorum "iş istedim" kendisinden demeye.
Sadece "özel görüşeceğim" deyip geçiştirmeye çalışıyorum.
Neyse, bir müddet oturduk. Kapı açıldı. Herkes ayağa kalktı. Ben oturmaya devam ediyorum. Ne kimseyi tanıyorum, ne de usül erkan biliyorum.
Enver Abi odadan çıkıp sırayla odadakilerle görüşmeye başladı. Yanımdaki iki kişi ile konuştuktan sonra sıra bana geldi. Yanımdakine dönüp:
-Kim bu? Dedi.
-Bilmiyorum efendim, cevabını alınca bana dönüp;
-Kimsin sen? Diye sordu.
-Hani dün akşam sizi telefonla arayan kişi vardı ya. O benim işte, dedim.
-Allah iyiliğine versin, deyip yavaşça göğsümden iterek sandalyeye oturttu beni.
-Cem! Çabuk gel buraya diye bağırdı.
Gazetenin Yazı İşleri Müdürü imiş. Enver Abi’ye Hindistan gezisinde eşlik eden Rahmetli Cemalettin Cem Ertürk geldi. Enver Abi, kolumdan tutup;
-Al bunu gazeteci yap. Birkaç ay dene, işe yaramazsa at gitsin! Diyerek, beni Cem Ertürk’ün yanına katıp gönderdi.
O akşam Yazı İşleri’ne gittim.
Güle Güle Apartmanı’nda ikinci katta bir dairenin salonu ve bir odasının katılmasıyla oluşmuş herhalde 50-60 metrekarelik bir yer.
Murat, beni Yazı İşlerinde görünce kendisini ziyarete gittiğimi zannetti.
Durumu anlattım kendisine. En az benim kadar sevindiğini hiç unutamam. Mahalle arkadaşlığımız aynı zamanda iş arkadaşlığına da dönüşmüştü böylece.
Üzerimizdeki hakkın çok büyük Enver Abi…
Ne olur helal et!
İsmail Sefa İpşir
Eline sağlık İsmail Sefa, iyi ki yazdın…
İşte Enver abi böyle bir insandı (“dı” demek hala içimi sızlatsa da) bu gün iki şarkı ezberleyenler bile ünlü oldum sanarak telefonlarını gizler, perdeli arabalarda gezerken…
Ahh, hatıraya bakar mısınız?..
Sayısız benzeri vardır bu özel hatıraların. O, yaşarken, bizler için normal idi bu haller fakat O’nsuz bir dünyada insanlık için anormal hale geldi…
…
Bir de hatırada eksik kalmış bir şeyler…
Nerelerde ne işler yaptığını da yazsaydın sonraki zamanlarda…
Sevgimle, canım kardeşim.
M:)
Çok tatlı… 🙂
Ve muhteşem!..
Teşekkürler bizden de yazarına, gönül dolusu…
Hicran Seçkin