Güne özel sayfa(!) [17 Şubat 2000 Perşembe]

(Bu sene en güzel sayfa bizimki olmalıydı, sevgi adına… Ve bir farklılık da olmalıydı. “Farklı” da oldu aslında, hem de çok farklı!..)
…..
Kafamda evirip çevirmişim konuyu, düşünmüşüm üzerinde. Ama Cumartesi günü bir toplantım var, Pazar günü de arkadaşımın imza günü. Gazetede de yazmışım ki, orada olacağım.
Problem değil… Ablamlarda kalacağıma göre, o güne özel, bulduğum bütün fotoğrafları ve biraz da yazıyı kendi bilgisayarımdan 150 kilometre uzaklıktaki yeğenimin bilgisayarına aktarmışım internet üzerinden. Alındığını da öğrenmişim ki ohh… Her şey yolunda. Toplantımı bitirdikten sonra gideceğim ve düzenlememi yapıp gazeteye geçeceğim sayfayı…

Akşam yedi sularında toplantımız bitmiş ve arabaya binmişiz. Kozyatağı’nda, kalacağım sokağa girerken birden aklıma geliyor… Diyorum ki Hasan’a;
“Eyvah, ben kendi klavyemi yanıma alacaktım. Burdaki Q klavye, ben onunla yazamam!”
“E, peki ne olacak?”
“Sen beni üst geçidin altında bırak. Şu grossmarketten kendime bir F klavye alayım…”
Hava buz gibi. Üşüye üşüye yürüyorum. (Bilenler bilir, buranın sadece otoparkı Anadolu’da gördüğüm pek çok ilçenin arazisinden daha büyük.)
…..
İçerde dolaşmaya vaktim yok. Doğru bilgisayarcıya yöneliyorum ve ne istediğimi söylüyorum. Klavyeyi alıyorum. Tam parasını ödeyecekken aklıma geliyor. Diyorum ki;
“Bakın, benim vaktim yok ve geri getirip değiştirmeye de imkanım yok. Bu klavyeyi de bir geceliğine alıyorum… Şurada bulunan modele uyup uymayacağını kontrol eder misiniz?”
Bu soru birden onların fikrini (!) değiştiriyor… Uymayacağını söylüyorlar! “Kontrol edin” demek aklıma gelmemiş olsa, verip gönderecekler beni. Sonra yolacağım saçımı başımı…
Eli boş dönüyorum eve uzun bir yürüyüşten sonra.

Yemeğin ardından yeğenimle makineyi kurcalıyoruz. Nasıl yapar da bu klavye ile çalışabilirim diye… Tam o sırada telefonum çalıyor. Ooo, bu meşhur bir okuyucumuz… Memleketin hemen hemen tamamı onu bir şekilde duymuş, tanımış durumda. Hatır sorup;
“Samimi misin?..” diye soruyor. Anlamadığım için;
“Nasıl yani?.. Özel bir konuysa, bir şey isteyeceksen falan öbür odaya geçeyim…” diyorum.
“Yo yo, diyor. Samimi misin?..”
“Evet, diyorum. Samimiyim elbette.”
“O zaman söyle, diyor. Allah rızası için sana bir yardımda bulunmak istiyorum… Benden ne istersin, senin için ne yapabilirim?..”
Gülüyorum ve diyorum ki;
“İstemek olarak düşünme ama şu an aklımda olan tek şey klavye. Bu problemi bu saatte nasıl çözeceğimi düşünüyorum… Senin söylediğini sonra konuşuruz…” Bir saniye düşünmeden:
“Merak etme, diyor… Klavye şu an koltuğumun altında ve ben yola çıkıyorum. Nerdesin?..”
“Ya, saçmalamasana… Yenibosna neresi burası neresi…”
“Sen merak etme, diyor. Bir saat sonra ordayım!..”
Benim aklım almıyor işte bunu… Kimsenin de aklı almıyor biliyorum. Ama o “sevgili” birbuçuk saat araba kullanıp bulunduğum sokaktan beni arıyor. Aşağı iniyorum, klavye kucağımda; ağlamalı mıyım, gülmeli miyim?.. Kıyamıyorum sonra, diyorum ki;
“Gel bir yer bulup kendimize birer kahve içelim.”
Bağdat caddesine iniyoruz ve kısa zamanda çok şey konuşuyoruz. (Bu arada yarınki konuyu öğrenince yüreğinden gelen bir sesle, bu sene Sevgililer gününü, yani Vallentine gününü es geçmemi istiyor…) Bu vakitten sonra buna şansım bile olmadığını düşünüyorum…
Yarından sonra ülke dışında görevi olduğundan, on gün sonrası için plan yapıyoruz. (Bu onunla ikinci kez bir araya gelişimiz. Tanışmamızsa imza günündeydi.)

Eve geldiğimde ortalık karışmış… Çünkü Üsküdar’da oturan eniştemin dayısı aniden vefat etmiş… Arka odaya geçmiş adamcağız, namaz kılıyor sanmışlar. On dakika sonra görmüşler ki yerde uzanmış yatıyor. Çoktan ruhunu teslim etmiş olarak…
(Birkaç gün önce de eski okuyucularımızdan Zehra Şimşek ve Elif hemşiremizin babaanneleri vefat etmişti, Allah rahmet eylesin.)
Geç saate kadar oturulduğu için herkes uyuduktan sonra ben de bilgisayarın başında sızıyorum. Ve üstelik bu klavye de uymadığı için bilgisayara… Daha doğrusu bu seri bilgisayarları hiçbir klavyeye uymasın diye ürettikleri için, problem de çözülmüyor.
…..
Pazar sabahı oluyor ve ben hâlâ yazıyı aktaramamışım.
Bu defa Q klavyeyle yavaş da olsa yazabilen yeğenim ile oturuyoruz ve ben söylüyorum o yazıyor.
Arada bir de çığlık atıyor;
“Dayı, bunlar çok güzel oldu…”
Evet güzel oluyor. Kısa bir giriş yazmışız, ardından da komik ve anlamlı hayvan resimlerine alt yazılar uydurarak “Sevgili profilleri”ni hazırlıyoruz… Komik ve güne özel.
…..
Öğleden önce iş bitmiş ve yarım saattir sayfayı aktarabilmesini bekliyoruz makinenin… Peki neden olmuyor?
Ama olmuyor!
Belki yoğunluktandır diyorum. Önce sayfayı parçalıyorum, bölüm bölüm göndermek için. Gene olmuyor. Sonra bütün resimleri ayırıp, sadece metni bırakıyorum, gene gitmiyor. Ve üç saat geçiyor… Bu sırada ilk defa imza günü yapan arkadaşım titreyen sesiyle beni arayıp duruyor:
“Sakın beni yalnız bırakma!..”
“Tamam, merak etme. Sen git, ben yetişirim.”
Cep telefonuyla teknik destek istiyorum… Yarım saat sürüyor problemin anlaşılması; biz bağlı görünüyoruz ama aslında internete bağlanamıyoruz!..
Böyle bir şey olur mu? Oluyor…
Vakit sıkıştığından gazeteden de telefonlar gelmeye başlıyor… Meğer orda da sistemde sıkıntılar yaşanıyormuş. İşler allak bullak olmuş…
Vazgeçiyorum göndermekten.
Ne olacak?
“İnternete girip yüz-ikiyüz-üçyüz gün öncesinden bir yazı çekip kullanın” diyorum.
Caddebostan’a ininceye kadar taksinin içinde telefon konuşmalarımız devam ediyor. Lakin çözülmüyor sıkıntı.
Sonuç? Henüz bilmiyorum…

Caddebostan’daki Kadıköy Kültür Merkezi’ne vardığımda girişte Hasan Doğrusoy’la karşılaşıyor ve kucaklaşıyoruz. Bu esnada kulağıma bir şeyler fısıldıyor:
“Elim kolum titriyor…”
Heyecanından sanıyorum önce, ama o devam ediyor:
“Şakir’in ağzından burnundan kan geliyor…”
“Yapma ya, peki nerde şimdi?”
“Sahnenin oralarda, diyor… Misafirlere hissettirmemeye çalışıyor.”
“Öyleyse hemen başlayalım, vakit geçmesin. Zaten saat ikibuçuk olmuş.”
…..
Bana yine telefon geliyor. Çünkü internetten eski yazılara giremiyorlar. Yarım saat daha telefonla konuşuyoruz, olmuyor… Orda en azından ikiyüzelli günlük arşiv yazısı var ve onların çekebildiği sadece 11 tane yazı, hem de son 11 günde yayınlanmış olan yazılar!..
Herkes sahnede… Şakir Bozan beni anons ettiği zaman elimde telefonla bir köşeye büzüşmüş, gözlerden uzakta sıkıntıyı aşmaya çalışmaktayım…
Saat üçbuçuk ve gazetedeki arkadaşlarla; “hiçbir şey yapılamazsa dünkü yazının aynen kalmasına” karar veriyoruz… Sadece daha önceden ellerine geçmiş olan papatyalı resim kullanılacak, yeni olarak!..

Elimde telefonla, üstümde kaban ve kaşkolumla sahneye çıkıyorum. Bir yanımda Hasan diğer yanımda Şakir. Kulağına nasıl olduğunu soruyorum.
“İdare ediyorum” diyor Şakir.
Fakat halsiz olduğu besbelli. Allah’tan ki panik yapmıyor…
…..
Bütün radyocular orda… Herkes gibi ben de kısa bir konuşma yapıyor ve bir şeyler okuyorum. Aşağı indiğimde, gazetedeki arkadaşları aklıma getirmemeğe çalışarak doktor arkadaşım Muhammet Göğüş’ü arıyorum. Durumu anlatıp Şakir’le de konuşturuyorum. Yakınlardaki bir polikliniğe yolluyor bizi.
Bu aralarda da imza gününün gerekleri yerine getiriliyor. Güzel geçmesi sağlanmaya çalışılıyor.
…..
Dördü çeyrek geçe çıkabiliyoruz. Tarif edilen polikliniği birkaç tur attığımız halde bulamıyor ve Maltepe’deki İbni Sina Hastanesi’ne gidiyoruz. İki film çekiliyor, dört tahlil yapılıyor ve saatler sonra, doktor bey tam “Korkulacak bir şey yok, şu ilaçları kullan” diye reçetesini yazarken, Şakir’in gırtlağından yeniden kan geliyor!.. O vakit doktorun fikri değişiyor ve yarına yeni bir randevu veriyor…
Bu sırada gelemeyen veya zor bir yerdeki Kültür Merkezini bulamayan dostlardan telefonlar gelmekte… Bazıları da hastaneye gelelim mi, diye sormakta…
…..
Hasan Doğrusoy kapının önünde geri geri giderken caddede hareket halindeki bir arabaya boşu boşuna çarpmıyor yani!..
O aşağı inerken;
“Sadece hastaneden çıkmış olduğumuzu söyle, başka bir şey deme!..” diyorum… Hasar olmadığı için şükür ki ucuz atlatıyoruz.
Sonra? Sonrası; beşte ikimiz Medya FM’de iniyor, kalanımız devam ediyor…

Stop
Muammer Erkul
17 Şubat 2000 Perşembe

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir