Salabris diyor ki: “Fatih, bir miğferi koruduğu başla beraber ikiye bölecek kadar kol kuvvetine sahip olduğu gibi, dağ tepelerinde 13 kantar gülle atacak top döktürebilecek, karadan 70 kadar gemiyi yürütme kudreti gösterecek, en sıkışık anlarda savaş alanında yağlı paçavralı mermiyi icat edecek kadar buluşçu, 30 yıl kılıcı mermiyi bırakmadan idare ettiği orduya mağlûbiyet yüzü göstermeyecek kadar askerlik hünerine sahip, hiç denizciliği olmayan bir milleti birkaç yıl içinde dünyanın en büyük deniz gücüne sahip kılacak kadar muktedir, bir devletin her ihtiyacına yetecek kanunlar va’zedecek kadar görüş, seziş ve idare gücü olan bir devlet adamıydı; bütün dünyada gelmiş geçmiş hükümdarlarla kıyas kabul etmeyecek bir varlıktı.”
Bir başkası, yani A. D. Mordtmann ise şunu söylüyor: “Fatih Sultan Mehmed, Doğu ile Batı’nın kapısında durmuş, her iki âlemin kültürünü nefsinde toplamış büyük bir insandı.”
P. Faure ise; “Avrupa Rönesansı Fatih’in Bizans’ı fethi ile başlar.” Derken, Babinger şunları ilave ediyor: “Türk dünyası için Fatih, günümüze kadar, bütün imparatorların en büyüğü olup, beşer tarihinde başka herhangi bir şahsın kendisiyle mukayesesi müşkildir.”
Bu sözler, ta uzaktaki adamların ta uzaktan fark ettikleri kısım. Halbuki hiçbir deniz çarşaf gibi ince ve düz değil; deryaların derinliği var!
“Büyük Müjde” tahakkuk etti, 1453. Üzerine çiçekler serpilen zafer ordusu Ayasofya’ya doğru yürürken bir genç kız, elindeki çiçek demetiyle öne çıktı. Baktı, baktı ve aksakallılardan birine sundu buketi sonunda.
Bu durumdan sıkılarak, (günümüzde, otogarlarda karga tulumba havaya hoplatılarak askere uğurlanan delikanlılar yaşındaki) Sultan Mehmed’i göstererek; “padişah odur” dediler. Fatih ise gülümseyerek:
“Verin, verin, dedi… Gerçi Padişah benim, ama o hocamdır. İstanbul’un mânevî fâtihidir; minnet, benden ziyâde ona lâyıktır!..”
Fetihle ilgili sorsanız, çoğu kimse sadece; “Fatih, Akşemseddin, Ulubatlı Hasan” der… En babayiğidi, Molla Güranî hazretlerini de ilave eder ki; hani şehzade iken küçük Mehmed’in, elindeki kızılcık sopasından korkup önünde titrediği hocası… Başka?.. O kadar! Yani bir iki hoca, bir padişah ve bir de yeniçeri!.. Üç kişi gitmiş gibi surların dibine, veya sadece üç kişi yürümüş Ayasofya’ya!..
Belki bilmediğimiz, belki hatırlamadığımız, belki unuttuğumuz veya belki de işimize gelmeyen ne vardı biliyor musunuz? 124 binden ziyade(*) askerin teri ve kanı; misliyle insanın da dua eden dili vardı…
Nasip; Hasan’lardan bir Hasan’dı İstanbul surlarına fetih sancağını ilk diken, Ulubat’dan gelmişti… Ama aynı mangada başka bir Hasan daha vardı Bilecik’ten… Bir Osman vardı Gördes’ten… Bir Hüsmen vardı Edirne’den… Bir Dursun vardı Trabzon’dan… Ve Ali’ler, Ahmet’ler, Mehmet’ler vardı… Yeniçeriler arasında onlarca Hasan daha vardı aslında, ve bütün ordu içinde yüzlerce Hasan’lar vardı…
Biz şimdi İstanbul’da ve bu hizmetlerin içindeyiz çok şükür. Neden, biliyor musunuz?.. Çünkü o gün, her Hasan; “o Hasan” olmaya, surları açmak için surlarda can vermeye can atıyordu!.. Kapalı kapıları kapalı gören son kişinin kendileri olması için koşuyordu her biri…
Hasan’lardan biriydi “o Hasan”; ama yuvarlanan kayaların, devrilen duvarların, dökülen kızgın yağların, Bizans ateşinın, uçan okların, mızrakların arasında başka Hasan’lar da vardı, onun önünde ve ardında…
Hangisini tutsa idi bir el, ve sıksa idi kuvvetlice… Onların her birinden; Ulubat’lı Hasan kanı damlardı, fetih ordusu askerinin o mübarek kanı damlardı!..
Sözüm, meclisten içeri!
————————————
(*) Eski Osmanlı kaynakları; surların önünde 30 bin kişi filandık, der. Aynı dönemin bazı kayıtları, civar kuvvetlerle birlikte sayıyı 70 bine kadar çıkarır. Avrupalılar, belli ki Bizans’ın çökmesini mazur göstermek için Türklerin 300 bin kişi olduğunu yazarken, son dönem araştırmalarında 80 bin ila 200 bin arasında çeşitli rakamlar verilir… Yani, hiç kimse, Fetih Ordusu’ndaki asker sayısının 124 bin civarında “olmadığını” söyleyemez!.. Bu da fakîrin, tarihe ikramı olsun!..
Stop
Muammer Erkul
09 Aralık 2005 Cuma