Kadıköy boğası [17 Şubat 2005 Perşembe]

-1-
Bunca yıldır benim (veya bir başkasının) Altıyol meydanındaki boğa heykeli gibi; aynı renkte, aynı tonda, aynı boyda, hiç kıpırdamadan durduğumu sanan varsa feci halde yanılıyor…
Çünkü bu mümkün değil!..
Çünkü biz insanlarla ve duygularıyla uğraşıyoruz; büyüyor, küçülüyor, kırılıyor, çatlıyor, ufalanıyor, yuvarlanıyoruz… Ama aynı kalamıyoruz!…

Kadıköy boğasında da zerre kadar his olsaydı; her günün yirmi dört saati önünden geçip duran bunca vasıta ve insana bakıp en azından kuyruğunu sallar, boynuzlarını oynatır, belki burnundan ateş solur ve öyle bir böğürürdü ki, sesi ta karşı kıyılardan duyulurdu!..
Kadıköy boğası şahane eser, ki bir sürünün ortasına koysalar kolay kolay ayıramazsın gerçeklerinden… Fakat, öylece… Sessiz sedasız… Hiçbir şey yapmadan duruyor!..
Düşünün ki, o aniden bir şey-iş yapmış olsaydı tepkiniz nasıl olurdu?..

Adam, hiçbir şey yapmak istemiyormuş. Canı da çok sıkılıyormuş. Ama günün birinde; “ben bir heykel yapacağım” diyerek işte bu boğayı yapmış;
Ve şimdi hepimiz onu konuşuyoruz!..
Kadının birinin çok canı sıkılıyormuş. Hiçbir iş yapmak istemiyormuş. Bir ara canı bir tek şey yapmak istemiş; ve akşam yemeğinde bütün aile, işte o (bir ara yaptığı) yemeğin başına oturmuşlar…
Ben var ya, aslında tembelim. Çok da canım sıkılır… Ama işte (her şeye rağmen yine de fırsat bulup yazabildiğim) bir yazımı daha okuyorsunuz!..
Zaman içinde senin de, ve diğerlerinin de canı çok sıkılacak. Bazen gerçekten hiçbir şey yapmak istemeyecek insanlar. Fakat ne söyleyeceksek diğerlerine, kendimizden sonrakilere ne bırakacaksak… Neyimiz, hangi işimiz/eserimiz kalacaksa yarınlara, ve yarınlardan öbür günlere neler aktaracaksak; işte hep bu can sıkıntıları arasında bulunmuş küçük küçük fırsatlarda yapılanlar, yazılanlar, başarılanlar olacak bunlar!..

-2-
Şu anda sen…
Bu yazının içinde de “kendini” arıyordun; işte şurada ben varım, şurda gözüken de sanırım benim, diyerek…
Biliyor musun ki; sen benim, ben senin, ikimiz diğerlerinin, ve aslında hepimiz hepimizin hayatı içinde sanki saklambaç oynuyoruz, değil mi?
E madem öyle de; kimin ne zaman kimi sobeleyip, kimin ne kadar açığa çıkarak nasıl sobelendiğini neden umursuyorsun ki bu kadar?

Elbette bir sen yumacaksın, bir ben, ve ardından diğerleri…
Bizim işimiz; oyunu mızımadan oynamak. Bizim işimiz; biri birimizi bazen “elmaa”, bazen “armuuut” diye bağırarak uyarmak. Ve bizim işimiz, kulağımızı açıp; ne denince çıkacağız, veya ne derlerse saklanacağız, iyi bilmek…
Ebe olup sobelerken de, yani gizlenenleri bulup ortaya çıkartırken dikkat edeceğimiz konu ise; çömlek patlatmamak!..

Çünkü her kalp; bir çömlek/kap gibi. Fırından yeni çıkmış, içinde sebzeler, etler ve diğer lezzetler bulunan bir güveç kabı gibi…
Birini kırmak diğerini kırmaktan daha zor değil…
Birini kırmak diğerini kırmaktan daha az üzücü değil…
Ve birini kırdıktan sonra ortaya saçılanları toplamak, diğeri kırıldığında dağılanları toplamaktan daha kolay değil…

Stop
Muammer Erkul
17 Şubat 2005 Perşembe

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir