Arı sineması açılıncaya kadar, pazar sokağındaki Yeni Sinema semtimizin tek sinemasıydı…
Film çıkışlarında, yarım salon dolusu çocuk; sanki bendini yıkmış baraj suları gibi kapıdan dışarı uğrar… Derin ve içten “haaaayy” naralarıyla birbirlerine hücum eder… Saçlarını titrete titrete “artis pozu” yaparak sanki aynı filmi yeniden çevirir ve hatta neredeyse filmde anlatılan sahneleri yaşardı!..
Mahallede; düz veya ters Cüneyt Arkın perendesi atmaya çalışırken düşmeyen, löngüürt diye omurgası üstüne serilmeyen çocuk yok gibiydi… Bunu yapamayanlar ise elleri üzerinde yan perende atarak sinemanın çıkış kapısı önündeki gösterilere katılırlardı…
Filmde bir tane Cüneyt Arkın olurdu elbette. Ama her filmin sonunda aniden otuz kırk tane “Cüney Tarkın” peyda olur ve hepsi de biri birlerine dalardı!..
Öyle ufak tefek sıyrıklara, yaralara, çürüklere kimse aldırmaz; böyle şeyler için eğer oflayıp poflayan, dudağını bükmeye kalkan olursa, ona anında “hanım evladı” damgası yapıştırılırdı:
-Bırakın o’lum şu muhallebi çocuğunu. Bunun canı çok tatlı. Onunla oyun filan oynanmaz!..”
Hah işte tam da bu laf, sanki bir “damgalı eşek” gibi öyle mimlerdi ki adamı; bunu duymaktansa bir araba sopa yemek… Sopayı yerken de dişini sıkıp, gık çıkarmamak evlaydı!..
Her kahrı çekerdi, her darbeye diş sıkardı bu bir sokak dolusu çocuk; lakin bir tek şey için öyle delilenir, öyle bir can havliyle saldırırdı ki; “o ithamı yapanın ölümü yakın” diye düşünürdü görenler!..
Damarlara bu kızgın ateşi akıtan; “haçlı” iftirasıydı!..
Bu çocuklardan hangisine olursa olsun, “haçlı” demenin, asla affı yoktu!
Bu “leke” mutlaka temizlenmeliydi ve uzatmadan, anında temizlenirdi de… Hem de orada, daha sinema önünde, pazar sokağından ayrılmadan!
Bizlerin, o yıllarda, adını “Cüney Tarkın” olarak bilip öyle söylediğimiz Cüneyt Arkın; yani Fahrettin Cüreklibatur isimli tıbbiyeli ve gayet yakışıklı bu adam; tek başına bir tarihtir! Kendine has öyle bir dönemdir ki, uzun zamandır bunu düşünüyorum. Her defasında da, ona karşı duyduğum saygı biraz daha derinleşiyor…
Sinemanın belki en zor dönemi… O ayki ev kirasını ödemek için “bir film daha” çekmek lazım olduğu… Sekiz on filmde başrol oynamış kimselerin, henüz adının bile duyulmadığı zamanlar…
Yağsız kapı gibi gıcırdayarak hicranlı konuşmaya çalışıldığı, bir bakışın yürekte açtığı delikten ciğerlerin verem olmaya alışıldığı tarihlerde sinemaya başlıyor Cüneyt Arkın. Ona da böyle benzeri senaryoları oynatıyorlar… Güzel kızın karşısında duruyor yakışıklı jön, boşluğa doğru bakıyor ve şöyle diyor:
-Gözlerimin parlaklığı yanıltmasın sizi, körüm!!!
Bu sırada kamera onun güzel ve parlak gözlerine yaklaşmakta, hayranlarının içini burkmakta… Fakat tam da bu sırada, yani onun itirafına; yani “kör müsün de kör olduğumu görmüyorsun kardeşim” tarzı sızlanmasının üstüne; “aaa, ne tesadüf” üslubu ile cevap geliyor:
-Ben de körüm!
İşte o an, sinema salonundan duyulan hıçkırıklar;
-Biz de körüz… Evet evet bizler de körüz, hepimiz körüz!..
…..
Koca İstanbul’da dolaşan topu topu 40-50, hadi bilemedin 100-200 otomobil var. Acaba hangi markanın hangi modeliydi o arabalar bilmiyorum; sanki bir sünnetçi usturası gibi hassas, dokunacağını noktayı iyi biliyor!.. Ve hatta hiç şaşırmıyor!..
Bir kısmı şimdi de duran Levent villaları arasındaki ellişer metrelik yollarda sanki 200 kilometre hızla giden arabanın önüne çıkıveren kız… Gacıııırrjjztt diye bir fren sesi (ki fren sesinin tatlısı olmaz, hepsi acı fren sesidir)… Gümmmpffhpkt diye bir çarpma sesi… Perdede yuvarlanan/dönen görüntüler… Yerde yatan, anlına salça sürülü ve artık kör olmuş olan bir genç kız!..
Sanırım bir arka sokak, sanırım aynı araba, sanırım yakın saatler… Dalgın dalgın yürüyen bir içli delikanlı… Aynı acılıkta bir fren… Aynı gümbürlöft vurma sesi… Aynı kutunun salçasından sürülmüş kafayla yerde yatan bir beden…
Zaman geçer, karşılaşırlar… Diz dize otururlar;
-Gözlerimin böyle parladığına aldanmayın, aslında körüm…
-Ben de körüm!..
-Yaa, öyle mi? Bana siyah renkli bir Kadillak vurmuştu, işte tam şurama…
-Ne kadar büyük bir tesadüf, bana da aynı araba vurmuştu; size vurduğu yerin iki santim kadar sağına…
-Hekime gittiniz mi?
-Hekim ne anlar ki bu işlerden, bunun çaresi başka…
-Yaa! Bana da söyler misiniz?
-Zaten bunun için açmıştım bu körlük konusunu, iyi dinleyiniz şimdi: İkimiz de ellişer metre aralıklarla bu yolun kenarında bekleyeceğiz. Siyah renkli Kadillac köşeden dönünce yola çıkacağız; “tak”, aynı nokta, açılacak gözümüz!
-Yapmayınız be!.. Allah aşkına. Doğru mu bu?
-İnanınız ki doğru. Kaç kişi denedi; hepsinin gözleri Şevrole farı gibi…
-Peki o zaman, önce kim çarpılacak?
-Rreca ederim, siz önden buyurun!
İyi güzel de, Cüney Tarkın abimizi kesmedi bu işler. Kızların yüreğini hoplatmak yerine, bizim gibi çocukların kanını ateşlemeyi tercih etti… Malkoçoğlu, Battal Gazi, Kara Murat ve akla hayale gelen bütün kahramanları ve sonra onların oğullarını oynadı… Bir oku beş kişiye saplayıp, bir kılıç darbesiyle bir manga adamı ikiye biçti… Bir perende atıp Rumelihisarı’nın duvarına sıçradı… İki adım atan atın bile ayağından “labadalap labadalap” koşma sesi çıksa da, arka planda uçaklar, elektrik direkleri filan gözükse de, insanlar onların “filmde olduklarını unutmasınlar” diye konduklarını düşündü…
İşin hayret edilecek yanı; bunların hepsini, bu adam kendisi, dublörsüz yaptı; koşan atların altında gitti, arabaların peşinde sürüklendi; hisar burçlarından aşağı sallandı, uçurumlardan yuvarlandı; zorun zoru şartlarda, teknik imkânsızlıklar içinde…
Hiçbir şey yoktu, ama bir tek şey vardı; yürek! İnsan yüreğini koymuşsa ortaya engeller kalkıyor önünden, zor’lar kolaya dönüyor…
…..
Rastladıkça hala seyrettiğimiz yüzlerce filmde oynadı Cüneyt Arkın… Ben ancak şimdi, bu yaşta ve bu gözle bakınca, beş yüz civarındaki Cüneyt Arkın filminin bir tek cümleyle özetini yapabiliyorum ki o da şudur: Düşman haç’tır!
Savaşılacak, nefret edilecek, kaçılacak, mücadele edilecek tek unsurdur haç!.. Onun için bütün düşmanların göğüslerinde, boyunlarında, başlarında, pelerinlerinde, kılıçlarında, kalkanlarında, kadehlerinde, yataklarında, kalelerinde, atlarında, arabalarında ve “düşman ve/veya düşmanın” olduğu bilinen/gösterilmek istenen her yerde ve şeyde haç vardı…
Bu yazdığım cümlenin ehemmiyetinin idrak edilmesini ne kadar isterdim…
…..
Kimileri, Cüneyt Arkın filmlerinin saçını titrete titrete kavga etme ve Rum prensesleri kovalama sahnelerinde kalırken; bizim için bir sonraki basamak Yavuz Bahadıroğlu romanları oldu…
Her zaman makaraya sardığımız bol hıçkırıklı, romantik filmler ile… Çirkin Kral ismiyle pompalanan Yılmaz Güney filmleri arasındaki dilimdir Cüneyt Arkın dönemi…
Tek düşmanın “devlet ve otoritesi” olduğunu haykıran, sonra Türkiye cumhuriyetinin adaletini temsil eden bir hakimi ulu orta kurşunlayarak öldürüp kaçan, sonra da gayet romantik rollerde oynatıldığı için sempati toplayan Tarık Akan ve bazı arkadaşları tarafından yurt dışına kaçırılan ve orada yaptığı filmlere ödüller yağdırılan Yılmaz Güney!.. (Bu hatırasını, gayet neşe içinde ve gülerek, Tarık Akan kendisi anlatmıştı televizyonda; sanırım ünlü simaların yaptıklarının ve anlattıklarının “özendirici/kopyalanıcı” olduğunu unutarak!)
Daha sonraları ise Türk sineması kendini soktuğu yatak odasında sefil, perişan halde ölüp gitmiş… Sinemaya emek veren nice usta meslekten çekilmiş… Meydan Kemal Sunal’a kalmıştı…
Yıllar geçti aradan.
Kemal Sunal, son derece basit ve ucuz Balalayka filminin çekimine gitmek için, ilk defa bindiği uçak, henüz Yeşilköy Hava Limanı’nın pistinde dururken; “havalanınca ya düşersek” korkusundan geçirdiği kalp krizi yüzünden öldü…
Yılmaz Güney, düşmanı olduğu Türk Devletinin sınırları dışında, Almanya’da, akciğer kanserinden öldü…
Cüneyt Arkın, kendine yeni bir hedef belirledi…
Bir zamanlar; “düşman haçtır” dediği Türk çocuklarına, şimdi de; “içki bütün kötülüklerin anasıdır” diyor. Okul okul dolaşıyor, seminerler veriyor, bir Yeşilay gönüllüsü olarak…
Ve dua almaya devam ediyor.
Küçüklüğümden bu yana Cüneyt Tarkın’ı çoooooooooooooooooo ooooooooooooooooooooooooo ooooooooooooooooooooooo oooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooook ama çoooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooook seviyorummmmmmmmmmmmmmm mmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmm mmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmm mmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmm mmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmm……………..
ASLI DOĞAN