Halep…
Şehrin can damarı olan ve içinde bütün meslek kollarını barındıran… Kahveden bisiklete, meyveden elbiseye kadar her ihtiyacın karşılanabileceği… İnsanın bir girişte tamamını gezemeyeceği, hatta İstanbul’daki Kapalı Çarşı’dan da büyük Sultan Abdülhamid Çarşısı…
Adından da anlaşılacağı üzere, Abdülhamid Han yaptırmış…
Yakın arkadaşlarımdan Burak Göz, Suriye dönüşü anlatıyor:
Sadece Türkçe bilerek işini görebiliyorsun burada. İnsanlar çok sıcakkanlı, candan davranıyorlar. Halkın, özellikle de yaşı 50’nin üstünde olanların Türklere karşı özel bir ilgisi var. Pazarlık etmeyi çok seven esnaf, pazarlık bittikten yani en sonunda anlaşılan ücretten bir de “Türk ikramı” yapıyorlar… Zaten her üç-beş kişiden biri dilimizi konuşabiliyor. Ne zaman başın sıkışsa biri yardımına yetişiyor ve gönüllü tercümanlık yaparak anlaşmanızı sağlıyor…
Hangi dükkana uğrasanız, çay kahve içmeden ayrılabilmeniz neredeyse mümkün değil. İkramlarını kabul etmediğin zaman sanki içlerine dert bırakıyorsun bu insanların… Sanki bir Türk gördüklerinde; “bizim bulunduğumuz mekânın asıl sahibi gelmiş” gibi bir sevgi-saygı gösteriyorlar…
İnsanın aklına hep şu aynı düşünce geliyor:
Bizim ne ve kim olduğumuzun farkında herkes. Bunun farkında olmayan, yine sadece biziz… Unutmamız için çok uğraşmışlar, ve hâlâ uğraşıyorlar…
Düşmanlar, Osmanlı’nın büyüklüğünün farkında oldukları için bileyip duruyorlar düşmanlıklarını… Dostlar da Osmanlı hatırına seviyorlar bizi…
Rejimler, iktidarlar, politikalar gelip geçiyor, ama gönüldekiler kalıyor…
Dükkanlardan birinin önünde ufak tefek bakıyoruz. İşimiz biterken karşıdan bize seslenildiğini duyuyoruz. Kasabın önündeki uzun boylu adam ısrarla el ediyor ve sesleniyor…
Gidiyoruz yanına. Selamımızı alıp bizi başköşeye oturtuyor. Halimizi hatırımızı soruyor gülen gözlerle. Sonra Türkiye’yi soruyor, İstanbul’a yakın oturup oturmadığımızı soruyor… Karnımızın aç olup olmadığını soruyor. Çaylar kahveler geliyor ve derinleştikçe sohbet tatlanıyor…
-Bize müsaade, diyoruz sonunda…
-Vaktiniz olsa akşama kadar oturun, ama müsaade sizin…
Ayağa kalktığımızda üçümüze de birer koca paket geliyor… Yolcuyuz, elimiz kolumuz dolu, ve yeni bir yük taşımamız mümkün değil… Şaşkınlık içinde soruyoruz:
-Bunlar da ne?
-Et, diyor… En güzel yerinden… Siye hediyemizdir, kiramıza sayarsınız!..
Siz olsaydınız ne der, ne yapardınız?..
Anlıyoruz ki, bu ikram aslında bize değil. Kasap amca diyor ki: “Bize böyle bir mülkü yapıp, sonra da bırakıp gidenlerin, bari torunlarına bir şeyler yapmalıyım!”
…..
Bu nasıl bir sevgi, nasıl minnet duygusu ve bu hal Osmanlı’yı tanımayan hangi coğrafyada görülmüş?..
Ne anlatılabilir, ne anlaşılabilir;
…sadece yüreğin içinde hissedilir!..
Stop
Muammer Erkul
16 Temmuz 2006 Pazar