Kılıç keskin olmalı [07 Ocak 2004 Çarşamba]

TGRT’de her sabah 09’da başlayan programın içinde, gazetemizdeki yazar ağabeylerimizden İsmail Yağcı beyin sunduğu bir bölüm var ya, bayılıyorum…
Yaşı, ordudan emekli olması, özel merakları, derin bilgisi ve üstüne üstlük bir de tatlı sohbetiyle yapıştırıyor sanki benim gibi daha nice insanları ekranın karşısına…
Osmanlı padişahları için; (Beşiktaş yolundaki 3’üncü ağaçtan veya Haydarpaşa tren yolundaki 25’inci direkten bahseder gibi) "1. Selim, 2. Memet" deyip geçmenin moda olduğu zamanlarda; bizim gibi daha nicelerine bilmediklerimizi öğretmek… Torunlarından saygı bekleyenlerin, önce kendi dedelerine saygı göstermeleri gerektiğini hissettirmek…
Ama, daha da önemlisi; sağlıklı düşünebilmeyi fısıldamak, ne güzellik…

Çocukluk ve cahillik yıllarımızda ciğerimize kadar sokulmuş olan aşağılanma duygusuyla önceleri zannediyordum ki; dünyanın her yerinde yaşayan bütün insanlar kendi geçmişlerini bizim gibi kötülemektedirler… Bunun böyle olmadığını görünce de sanmaya başladım ki; yurt dışında bize gösterilen tarihi yer ve kişilerin hikayeleri karşısında kendi içimizde sürekli ezilmemiz, ve yabancıların dilinden dinlediklerimize kayıtsız ve şartsız hayran olmamız lazımdır!..
Peki ya, sizce nasıldır?..
(Buradaki kısmı, yani gâvuristan milletinin neleriyle bile övündüklerini ve hangi boyuttaki tarihi basitliklerini dahi ballandırmaya çalıştıklarını anlattığım satırları tam üç defadır siliyorum, sırf okuyanlara karşı edepsizlik olmasın diye…)

Konumuz dağılmadan, sabahki programda öğrendiklerimi aktarayım da, izleyemeyenlere faydamız olsun:
Yavuz Sultan Selim Han, (hiçbir kaynakta yeri olmayan) küpe filan takmayı bırakın; süslü, gösterişli elbise bile giymekten hoşlanmazmış. Gayet sade, basit kıyafetlerle gezermiş. Hatta Şehzade Süleyman’ın bile (yani geleceğin Kanuni Sultan Süleyman Hânı) biraz gösterişli giyindiğini gördüğü zaman;
-Oğul, giyinip kuşanmışsın, takıp takıştırmışsın da annene giyecek-takacak şey bırakmamışsın, gibilerden latife yollu sitem edermiş…

Bir gün, padişahın huzûruna bir Avrupa elçisi kabul edilecek. Malum ki insanların çoğu görünene önem veriyor ve elçiler de şatafata pek alışık… Ama koca Sultan Yavuz’a bunu hatırlatmak kolay mı?.. Nihayet saray erkânından biri, kesinlikle saygıda-hürmette de kusur etmeyerek; "Efendim, elçiler kabul edilmeden kıyafet değiştirmeyi arzu eder de hazırlatmamı ister misiniz" gibilerden konuyu açınca;
-Siz, lüzum ettiği şekilde giyinip kuşanın, diye emrediyor padişah. Ben böyle günlük, sade kıyafetimle onları karşılayacağım…

Elçi kabul edilip, huzuru terk ettikten bir süre sonra sultan, yakın adamlarından birini peşlerinden gönderip, onlara "ne gördüklerini" sorduruyor.
-Padişahımız Sultan Selim Han’ı az evvel nasıl buldunuz? Kılık kıyafet olarak üzerinde neler gördünüz, hatırınızda ne kaldı?.. Diye sorunca, elçi aynen şunları söylüyor:
-Padişahınızın kılıcı öyle keskin ve parıltılıydı, öylesine gözümü alıyordu ki, üzerine ne giydiğini inanın hiç fark edemedim!..

Daha sonra Sultan Selim Han’a elçinin bu sözleri aktarılınca, o da şu çok mühim nasihati veriyor:
-İşte böyle, diyor: Kılıcınız keskin oldukça, parıltısı karşınızdakilerin gözünü alır ve düşmanlarınızın sizin kusur ve eksiklerinizi görmelerine mani olur!..
…..
(Nasihat, buna denmez de ya neye denir?..)

Stop
Muammer Erkul
07 Ocak 2004 Çarşamba

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir