İran şahı, kıymetli mücevherlerle süslü bir sandık hediye gönderiyor Yavuz Sultan Selim Han’a.
Sandık açılıyor. İçinden çeşit çeşit değerli taşlar, kıymetli atlas, kadife kumaşlar çıkıyor.
Fakat bir de pis bir koku yayılıyor etrafa.
Dayanılacak gibi değil, dehşet bir koku, herkes burnunu tıkıyor.
Neyse bohçayı açıyorlar en alttan insan pisliği çıkıyor.
Yani Osmanlıya akılalmaz, acayip bir hakaret!
Cihan padişahı emir veriyor,
“Herkes düşünsün, buna ince bir şekilde cevap vermeliyiz”
Ve cihan padişahı yine çözümü kendisi buluyor.
Aynı şekilde değerli mücevher ve kumaşlarla süslü bir sandık hazırlatıyor.
İçine o zamanın Osmanlı İstanbul’unda imal edilen gül kokulu en nadide lokumlardan bir kutu hazırlatıyor, en altına da küçük bir pusula ve bir satır yazı gönderiyor.
Şah sandığı açıyor. Açtıkça güzel bir koku ve en altta bir kutu lokum.
Anlam veremiyorlar tabii. Bizim elçi yiyor önce, sonra oradakilere ikram ediyor.
Kutunun içindeki pusulayı Şah okuyor:
“Herkes yediğinden ikram eder!"
DİNLE EVLAT
Dinle evlat, sana bir çift söylenecek sözüm var.
Beni bilmek ister isen, hakk`a bağlı özüm var.
Neslim bana bühtan etmiş, yüreğimde sızım var.
Bu sayfalar tanır beni, ha bu kitaplar tanır!
Şanlı tarih dile gelse, bütün dünya utanır!
İlim, irfan, medeniyet yaymak için büyüdüm.
Kuru kavga için değil, hizmet için yürüdüm.
Bir küçücük beylik idim, üç kıtayı bürüdüm.
Bu tepeler tanır beni, ha bu ufuklar tanır!
Şark`tan güneş doğduğunda, gölgem Garb`a uzanır!
Mazlumların gözyaşını şefkat ile silmişim.
Vatan, namus, din ve devlet kıymeti bilmişim.
Irzıma göz dikenlerin, haklarından gelmişim.
Bu hisarlar tanır beni, ha bu kal`alar tanır!
Nal sesimi işitenler, kıyamet koptu sanır!