Millî lezzet
Cağaloğlu’nda iken bir abimiz vardı… Gençliğinden beri onu bırakmayan hastalığıyla yaşardı. Günün birinde “tad alma” duygusunu kaybettiğini öğrendik…
“Yahu, diyordu. Şu dil ne önemli şeymiş!..”
…..
Gözünü kapatsa ne yediğini anlayamıyormuş. O da, nasılsa bir şey değişmiyor diye bir kolaylık düşünmüş: Yıllardır müşterisi olduğu (kendi işyerinin alt katındaki) lokantaya gidiyor ve tabağına “biraz şundan, biraz bundan, biraz ondan” doldurtturup öylece yiyormuş…
Görenler hayretler içinde tabii ki; yoğurdun yanında çorba, kadayıfın altında imambayıldı!..
Hepsi aynı tabağın içinde.
O mu haklıydı kim bilir…
“Ne farkeder ki, diyordu. Nasıl olsa birazdan karışacaklar midemde!..”
Yiyeceklerin beş dakika önce veya beş dakika sonra karışmış olması ne kadar önemli mide için, bilmiyorum… Pekmezli çorba, çemenli sütlaç, üstüne limonlu kahve!..
Koklama, tad alma bazı uyarılar yapıyor belki vücutta. Belki bütün bu doğru sıralamaların bir yararı da var… Ama pratikte, bildiğimiz; (sırasıyla bile olsa) yemiş olduğumuz her şey birazdan midemizde karışıverecek…
…..
Yalnız şundan emin olun; bu “karışıklık” bu kadar önemsiz olsaydı tad alma duygumuz olmazdı…
Bunca yıldan beri bunca uzman, bunca ev kadını bunca zamanlarını harcamazlardı bu konuya… Aile, köy, şehir, bölge… Hatta millet olarak farklı damak zevkleri çıkmazdı ortaya.
Millet olarak oldukça eski “damak zevklerimiz” vardır…
Karışıksız… Katışıksız… Kendine has.
Bunlar “burger”lerle karışmamalı.
…..
Damağımıza yayılan bu zevklere benzeyen “milli lezzet”lerimizden biri de Kırkpınar’dır işte…
Korunması, kollanması, “değiştirilmeye çalışılmadan” muhafaza edilmesi gereken.
…..
Bu konuda herkesin biraz daha duyarlı olması gerekmiyor mu?
(Kırkpınar konusunda birkaç satır daha alacağınız olsun benden…)
———————————————————
Deniz mevsimi
Dalgalar mı kıvır kıvırdı; yoksa saçlarında mıydı dalgalar?..
Sen miydin; esercesine bana doğru akan ve kıpır kıpır – kıkır kıkır dizlerimi yalayan?
Sen miydin, bütün kızgın göklerimin altına yayılan serinlik?..
Ter mi bu bendeki saçımdan tırnağıma kadar; yoksa bir gurub vakti, kızıl bir rüzgara binip, kendini mi savurdun üstüme?..
Neden sen damlıyorum;
Terim neden sen?..
Bin yılı bitirdim her gün, ama her gün kâğıttan bir gemi yaparak!..
Binlerce duygu, binlerce mesaj, binlerce mektup vardı gemilerimin yelkenlerinde…
Bin yılı bitirdim her sabah sahillerinde dolaşarak.
Bin yılı bitirdim her gün, ama her gün kâğıttan bir gemi yaparak;
Ve seyrettim, her sabah bir gemimin sana dokunur dokunmaz tutuştuğunu!..
Dalgalar mı kıvır kıvırdı, yoksa saçlarında mıydı dalgalar?
Söylesene; sen miydin eser gibi bana doğru akan ve kıpır kıpır-kıkır kıkır dizlerimi yalayan?
Sen miydin binip bir rüzgara, kendini üstüme savuran?
Söylesene; neden sen damlıyorum?
Terim neden sen?
Sendin, biliyorum kızgın göklerimin altındaki serinlik…
Sendin içimde uçsuz-bucaksız gerinen!
Ve sendin, dibi bulunmaz derinlik…
Dalgalar mı kıvır kıvırdı, yoksa saçlarında mıydı dalgalar?..
Neden bu sıcak ardında fırtınalar saklıyor?
Bulutlar ve dalgalar neden karmakarışık olmaya sevdalı?..
Bin yılı bitirdim…
Binlerce gemim yandı kıyılarında!
Farkettin sonunda seni çevreleyen göklerin “içimde” olduğunu!
Bin yılın teri değil benden damlayan…
Sendin, sen!
Binip ateşten bir rüzgara;
Kendini üstüme savuran!
Stop
Muammer Erkul
04 Temmuz 2000 Salı