Bu sabah öğrendim; Mırcan ölmüş… İştahını kabartan bir kuşu yakalamak için yola fırlamış!..
…..
Hatırlarsınız, bahsetmiştim size. Birer avuç üç kardeştiler, doğdukları fabrika bahçesinde… Adı kondu, eve geldi, yıkanıp temizlendi Mırcan… Önce kendisine çok saçma gelse de tabaktan yemeğe, çişini-kakasını hep aynı kabın içindeki kuma yapmaya alıştı…
Oynamaktan bıkınca gelip önce kucağıma sonra da omuzuma tırmanıyordu. Okuduğunuz çok yazımızı onunla birlikte yazmıştık; burnunu kulağımın arkasına sokmuş olduğu halde, ensemin çıplağında uyurken…
Gecenin alakasız bir saatinde uyanırdım ki; burnu boynumda veya saçlarımın arasında, emecek bir meme arıyor!.. Kalkıp salona götürür veya çok hoşuna giden kıtır mamalardan koyardım önüne… Biraz daha büyüdü, veterineri bir kimlik bile getirdi ona ait.
Bir iki kere evde yalnız durmak zorunda kalınca hayvan, iyice psikolojisi bozuldu ve sonunda doğduğu yere götürdük, kardeşi de ordaydı zaten. Şimdi keyifleri iyice yerine gelmişti; geniş arazide koşup oynuyorlar, avlanıyorlar, istedikleri zaman istedikleri kadar yiyecek buluyorlar ve çok seviliyorlardı…
Birer büyük kediydiler artık.
Bir gece yola çıkan kardeşine araba çarpınca Mırcan sabaha kadar başında durmuş, günlerce yemeyip ağlamış, tüyleri sarkmış, yola yakın yerlerde hep kardeşinin gelmesini beklemişti. Onu bekçi kulübesinin yakınına gömdükleri için Mırcan da gününün çoğunu orada geçirir olmuştu… Ancak aylar sonra kendine gelebilmiş, koşup oynamaya başlamıştı hayvan. Ve bu sabah…
"Mırcan öldü, bir kuşun peşinden yola fırlamış!.."
…..
İşte hayat bu kadar, cık…
"Cık" diye can çıkıveriyor!..
Dün de tam birini çekiştirirken, yukarıdan "pat" diye bir ses duyduk… Silah sesi sanıp balkonlara bakınırken "kavrulmuş" bir güvercin düştü yere, elektrik direğinin dibine!.. Dört adım yavaş olsak başımıza çarpacaktı! Bir iki titreyip kıpırtısız kaldı…
"İşte hayat bu kadar" deyip, aceleyle konuyu değiştirmiştik…
Mırcan öldü. Gidip görsem ne değişecek ki artık?.. Küçücükken ona akıttığımız sevgi, şefkat, hoşgörüyü… Ve oynayıp, avlanmayı çok sevdiğini hatırlıyorum şimdi… Ayrıca şurda, salondaki çiçeklerden birinin geniş yapraklarında çok belirgin duran diş izlerini görüyorum… Ölen kardeşinin başında ağlayıp yas tutması ise herkesin hafızasında… Bu günden sonra ise şu cümleyi hatırlayacağım:
"Mırcan öldü!.. Bir kuşun ardından yola fırlamış!.."
Bir kedi doğdu, birkaç diş izi bıraktı dünyada, ve avlanırken öldü!.. Adı Mırcan’dı… Ne farkeder "ölen"in adının Mırcan olması artık?.. Veya Muammer olması, veya Mine, Meral, Mehmet olması; "öldükten" sonra!.. Kim bilir, Mırcan çürüyüp toprak olmadan kimlerin bedeni de düşecek toprağa?..
Yani yaşlanan, bozulan, eskiyen, çürüyen, ölen şeyin ne farkı var ki bir kedi ölüsünden?.. "ÖLEN ŞEY"in ne farkı var Mırcan’dan?..
Bir gün nasılsa ölecek olduktan sonra, bunun "NE ZAMAN" olacağından daha fazla; "ÖLMEYEN’LERİMİZİN NE OLDUĞUNU" düşünmek, daha bir akıl kârı sanırım!..
Hazret-i Yûnus da diyor ya:
"Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil!.."
Stop
Muammer Erkul
07 Haziran 2002 Cuma