Ne yüksek bulut!..
Bir varmııış, bir yokmuş boyutundan: Ben zaman zaman, zemine kadar yaklaşabilip, kökü toprağa bağlı olanların kulağına;
“Göreceksin, diyorum.
Güneş doğacak ve pırıl pırıl yükselecek…
Biraz sabret, diyorum.
İnan bana; hava gayet güzel olacak…
Sen, sadece, birazcık sabret!..”
Mesajlarımı fısıldadıktan sonra, sanki derin bir nefes almış gibi havalanıp yerden uzaklaşıyor, ve yine kendi irtifama dönüyorum. Belirli bir hizada geziniyor; bazen gölge, bazen yağmur gönderiyorum insanlara…
…..
Ama çoğu kez de bana bakıp gönül eğlendiriyor sevdalılar…
Çocuklar, girdiğim değişik şekillerle neşelenip, bildikleri nesnelere benzetmeye çalışıyorlar beni… Ve sanata yakın kişiler, benden bir parçayı kesip saklamak istercesine, tuvallerinde veya fotoğraf kağıtlarında görüntümü zaptetmeye uğraşıyorlar…
Halbuki ben, en çok, dupduru göllere benzeyen bebek gözleriyle; bebek gözlerine benzeyen, ve ürkek ceylanların su içtiği serin ilkbahar göllerine aksetmeyi seviyorum…
Fakat, biliyorum ki; durmak ve dinlenmek yok…
…..
Biliyorum; aşağıya inmem gerek ve kulaklara fısıldamam gerek:
“Ümitsizliğe kapılmadan sabredin…
Bu karanlığın ardında sabah var…
Güneş doğacak ve pırıl pırıl yükselecek…
Şikayetlerle zaman yitirmeden, biraz daha sabredin!..”
Bir ses duyuyorum, heyecanlı bir ses… Fısıldar gibi bağıran, veya teeey uzaklardan çağırır gibi fısıldayan bir ses:
“-Eyy benim ulaşılmazım;
Sana hayranım!..”
“-Bana mı?
Hayranlığın bana mı?..”
“-Gözüm gördü göreli hep önümde olanım…
Benim özgürlük duygum, benim mutluluk hissim;
Elbet sana hayranım!..”
“-Peki, nedenini de söyle…
Şuna cevap ver asıl; niye hayransın bana?..”
“-Çünkü sen çok yükseksin.
Aaah, yanına gelirdim, olsaydı bana iznin!..”
Diyorum ki bu lafının ardından;
“-Peki, gel öyleyse…
Haydi gel de, sana bir hakikati göstereyim…”
…..
Bu laf tutuşturuyor onu, ve yanıma uçuyor!
“-Geldiğin yere bak!” diyorum. Bakıyor. Ama baktığı an;
“-Başım döndü, diyor.
Çok yüksek, aşağıya baktıkça başım dönüyor…
Ben bu kadar yükseğe senin sayende geldim, inanılır şey değil; ne kadar yüksekteyim!..”
…..
“Şimdi bir de yukarı bak!..”
Bakıyor…
Bariz şekilde nefesi tıkanıyor… rengi sararıyor… terliyor…
Bir derin nefes alıyor; hayata tutunur gibi!..
Gözbebekleri büyüyor…
Kocaman olmuş gözlerini ilk kırpıştırdığında, gözyaşları, fışkırıyor adeta…
Sonra gülümsüyor…
Sonra hıçkırır gibi oluyor!
Gülüyor mu, ağlıyor mu belli olmuyor; konuşuyor mu, sayıklıyor mu belli olmuyor; ne düşündüğünü anlamaya uğraşırken kucağıma düşüyor!..
…..
“İyisin, değil mi?..”
Garip ve yabancı bir ifadeyle bana bakıp, sadece başını sallıyor…
Teselli eder gibi okşuyorum onu…
“Sakin ol, diyorum. Ürkme…
Gerçeklerden korkmak bir şey değiştirmez ki; tedbir almadığın sürece!..
Üstelik biz, gözü bağlılardanız…
Üstelik sen hiçbir şey de görmedin!..
Ne görülebilir ki aklın ölçüleriyle?..
…..
Başını sallıyor yine, takatsiz şekilde.
“Şimdi, diyorum…
Rahatlamak için bak, yeniden aşağıya. Geldiğini sandığın yerleri yeniden gör!..”
Bakıyor… Ama şaşırıyor yine;
“Yer, diyor… Yer nerde?
Yer; burdan başka yerde değil ki!..
Biz… Biz, henüz YERLE AYNI YERDEYİZ!..”
“Biliyorum, diyorum.
Biliyorum!..
Ben de, işte bunu söylüyorum ya her zaman…”
——————————————————
Rüya gören dilsiz
Yalnızlık, / Kimsesizlik, / Terkedilmişlik / Yıllardır onu arıyorum, özlüyorum, bekliyorum / Ah bekleyiş! / Bir de onun kim olduğunu, ne olduğunu anlayabilsem. / Sessizlikte onun sesi / Renksizlikte onun rengi / Karanlıkta onun nuru / Bir feryadım var ki; benden başkası duymadı / Bir de derdim var / Söylersem…dilim yanar / Söylemezsem, kemiklerim… / Ah çaresizlik… / Ben rüya gören dilsiz / Dinleyicilerimin hepsi lal.
Necibullah Yıldırım / Ankara
Stop
Muammer Erkul
13 Kasım 2001 Salı