Peynire saplanan vapur ve bilinmeyen kıtada toprağa basmak…

 

 

Bende vapur hikâyeleri bitmez ki. Bir tane anlatırken ikisi birden hatırıma geliyor çünkü…

Öyle bir mevsimi vardır ki Boğaz’ın; yaşayan bilir. Yaşayan ama, cep telefonunun ne olduğu bilinmezken yaşayanlar…

Yılın işte o mevsiminde, işe geç kalmamak için koşarak yetiştiğin vapuruna binersin. Hava günlük güneşliktir… Hafiften bir esinti bile vardır denizin üstünde… Martılar “caak” demekte, beyaz önlüklü garsonlar el edene çay getirmektedir…

Yolcuların bir kısmı başını gazetesine gömmüş, sigarasını tüttürerek derin siyasi makaleler okumakta… İkinci mevki üst kat salonunda oturan gürültücü gruplar, ellerindeki spor sayfalarını sallaya sallaya son oynanan Fener-Cimbom maçını yorumlamakta…

 

 

Ben mi?..

Yine düdüğünü duyduktan sonra koşmuş, vapuru yakalamış, rüzgârda durup terimi kurutmuş ve insanları seyretmekteyim…

Babam sözleri kulaklarımda:

“Oğlum, beş dakika erken çık ta koşmadan yetiş şu vapura… Oğlum, sonradan çok acısını çekeceksin, terleme. Terlersen, terini sırtında kurutma…”

Annem de mahalle kadınlarının şikâyetini aktarırda bana:

“Senin ayak seslerinden uyanıyorlarmış ta, güne öyle başlıyorlarmış!”

O zamanlar herkesin ben gibi başını yastığa koyduğu an uyuduğunu… Veya hiç yatağa girmese bile, yarın akşama kadar koşturabildiğini sanıyorum…

 

 

Vapur tam yol gidiyor, çeneler tam gaz çalışıyor…

O sıra sanki hava bulutlanıyor, kararır gibi oluyor… Uyuyan birinin sayıklaması yahut uyanmaya çalışan birinin gerçek hayattan sesler duymaya başlaması gibi derinden sesler duyulmaya başlanıyor… Suratlar nemli havadan ıslanır gibi oluyor…

Bakıyorsun ki; sanki sigarasından nefes çeken birinin, suratına duman üflemesi gibi hızla… Sanki mandallarından kurtulmuş bir bulutun tepene düşmesi gibi hızla… Ve hatta bir bıçağın peynir kalıbına saplanması gibi hızla; gemi ansızın kalın bir sis tabakası içine dalıyor ve her gözün diğer eşini göremez oluyor!

Hani, sanki geri vitese taksa, girdiği yerden çıksa da bu beyaz yumağın neresinden girmesinin en uygun olacağına baksa, filan… Derken, “voooort” diye bir ses! Hemen yanı başında bir başka vapur,,, mu? Elini uzatsan, sanki az öteden geçen ellere dokunacaksın… Çığlıklar: “Eyvah, ses dibimizden geldi, başka bir gemi bize çarpacak!..”, “Sakin olun, sis içinde sesler yakından duyulur!”, “E iyi de peki niye durdu makineler?..

Şimdi herkes bütün gözlerini açmış; vapurun çepeçevre her yanına, sanki bir kornişten sarkan tül gibi asılmış olan sisin ardını görmeye çalışmakta… Nefesler tutulmuş, ayaklar bile makine dairesinden gelen/gelecek titreşimlere duyarlı…

Vapurun iki yanında foşur foşur sesler, vapurun iki yanında bembeyaz bir gece, vapurun iki yanında belki de aynen bizim kendilerini gözetlediğimiz gibi bizi görmeye çalışan yabancı gözler…

“Heeeeyy!.. Kimse yok muuu?.”

“Anneee, eve dönelim yaa, çişim geldiii!”

“Hişşşt, kırmiyim kafanı şimdi, kapa çeneni, sık dişini!..”

 

 

“Denizin ortasındayız” demek için cep telefonu bir yana, telefon bile yok o zamanlar; koalisyonlar dönemi… Her semt meydanında bir tek tanecik kulübe… Yani vapurdan evin veya iş yerinin aranabileceğini düşünen bile yok!

Dolayısıyla, kimi “dün patron, bundan sonra geç kalanı işten atacağını söylemişti” diye sızlanmakta; kimi de “nasılsa sis bastı, herkes geç kaldı” diyerek eğlenmekte…

“Vapuur, vapur, şurda bir vapur var!”

Nerde?.. Konuşan adam nerden konuştu? Ne yanı gösteriyordu? Solda mı sağda mı? Sol iskele sağ sancak mıydı, yoksa tersi miydi? Hayır, sağ sancaktı “a” harflerinden ezberlemiştim…

“Dönüyor muyuz ne?..”, “Eyvah, geminin altına mı gireceğiz yoksa?..”, “Yahu bunca yıllık vapur yolcusu herkes, ilk defa mı sis görüyorsunuz?”, “İyi ama baksana bu sis değil başka bir şey, sanki kar yığılmış gibi yerden göğe…”

“Gidiyoruz…”, “Evet, hareket ettik, ben de gördüm diğer gemiyi…”. “Birlikte gidiyoruz hem de!..”

 

 

Az sonra yine yalnızız karanlığın, yoo karanlığın değil, beyazlığın içinde…

Yine sesler birbirine karışmakta, yine korkularla teselliler kucaklaşmakta…

Yine herkes ayaklarıyla sanki bir ahtapot vantuzu gibi güverteye yapışmış ve pür dikkat ve tedirgin…

“Nerdeyiz?..” Herhalde Köprü’ye (Eminönü iskelesine “Köprü” denir vapurda) yaklaşmışızdır…”, “Yok, fazla döndük, kaç kere de yol verdi makinelere, bana öyle geliyor ki Üsküdar’a geçtik…”, “Hangi kıtadayız yani bilen yok mu, Asya’da mıyız, Avrupa’da mıyız?”, “Siz hayal görüyorsunuz, ben son baktığımda Hisar’ın önünden geçiyorduk, en fazla Bebek’e gelmişizdir…”, “İki buçuk saattir deniz üstündeyiz, gele gele Bebek’te miyiz yani?”. “Bana ne bağırıyorsun ya, adama bak!”, “Dua edin de orta sularda olmayalım ve inşallah gemi geçişini kesmişlerdir…”, “Laf dinlemeyen gemi kaptanları da oluyor, kılavuz kaptan almıyorlar!”

“Vvvvvpfşhhh!..” “Çın, çın, çınn!..”

Bir şeyler oluyor, kaptan düdüğü çekiyor, hareketleniyoruz yine… Sonra bir karaltı beliriyor; sisin içinde ışıklar, yabancı insan sesleri… Bizim taraftan sevinmeler… “Geldik, şükür ki vardık” diyenler… Usulca yaklaşıyor iki vapur birbirine, halatlar atılıyor, eldivenli çımacılar yakaladıkları halatları doluyor babalara… Köprü veriliyor, belli ki ineceğiz. Üstüne yanaştığımız vapurdan geçeceğiz iskeleye. Bu iyi haber işte, saatler sonra karaya ayak basacağız…

Sis içinde, ışıklar yanan vapura atlıyoruz… Sekiz on adım, ama, iskele yok?.. Bir başka vapur daha var bunun altında… Olur, bunu daha önce de görmüştük, üç vapur üst üste yanaşır bazen… Yürüyün arkadaşlar! Yürüdük de, fakat iskele gene yok; bir vapur daha…

 

 

Dönmekten, durup kalkmaktan yön duygumuz tamamen şaşmış vaziyette. Sol iskele, sağ sancak; sancak tarafından indik kendi vapurumuzdan, ama her kafadan başka sesler çıkıyor… Karaköy’e indiğimizi söylüyor şimdi biri, diğerleri başka şey diyor…

Sırtlarında yükleri olanlar var, bacakları ağrıyanlar var, deniz tutmuş ve çok korkmuş olanlar var…

Aslında Eminönü’ne çıkıyormuşuz gibi geliyor pek çoğumuza…

Üst üste yanaşmış vapurların içinden, bir tünelden geçer gibi geçip duruyoruz…

“Sayan oldu mu, kaçıncı vapur bu?..”

“On” diyor birisi. On dört (veya on altı) diye sayıyorum iskele göründüğünde…

Neresi burası?.. Zaten denizin karşısından buraya kadar, vapurdan vapura geçerek yürüdük. Hadi karşı olmasın ama denizin ortasından beri… Neresi burası, tanıyan var mı?

Yaklaştık, sis bulutunun arasından tabelayı okumaya çalıştık, biri gördü sonunda: Beşiktaş!..

Beşiktaş mı?..

 

 

Onlarca vapur (eski iskelede) üst üste yanaşır, İstanbul’un bir yarısı Beşiktaş’a dökülürse Eminönü, Sultanahmet, Cağaloğlu yönüne gitmek için vasıta bulunur mu?.. Zaten beş on tane Ikarus, üç beş tane Leyland’ın filan anca gördük meydandan geçtiğini, ki onlar da patlayacak kadar doldurmuş içlerini!..

Tek yol kaldı, yürümek! Hem de Beşiktaş’tan Cağaloğlu’na kadar… Dolmabahçe, Kabataş, Fındıklı, Tophane, Karaköy, Galata Köprüsü, Eminönü, Sirkeci, Cağaloğlu… İşyerine vardığımızda “suriçi”nde oturanlar yarım gün çalışmışlar, öğlen yemeklerini yemişlerdi çoktan…

Bize de “eve dönüş” saatini beklemek kaldı!

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir