Ahmet Mithat Efendi’nin çok bilinen resmi, kendine hiç benzemiyormuş. O çok yakışıklı biriymiş…
Bunu hepimiz, sürpriz şekilde yeni öğrendik:
Basın İlan Kurumu ve ESKADER ortaklaşa olarak "Matbuat Dünyasından Sanatkâr Çehreler" başlığı altında seri toplantılar başlattı…
30 Nisan 2013 Salı günü ilki gerçekleşen bu toplantılarda, basın mesleğini icra etmiş olan sanatçılar hakkında her ay bir program yapılacak.
İlk toplantı, Çemberlitaş Divanyolu’ndaki Basın Müzesi’nde gerçekleşti.
Prof. Dr. Durali Yılmaz, Ahmet Midhat Efendi’nin bilinmeyen yönlerini anlattı.
Aralarında Mehmet Köşker, Sadettin Kaplan, Fatma Gürbüz Yılmaz, Şerif Aydemir, Elif Sönmezışık, Recep Arslan, Şenol Tombaş ve konu ile ilgilenen dinleyiciler vardı.
Prof. Durali Yılmaz, konuşmasının sonunda ve arasında bazı sorulara da cevap verdi.
Basın İlan Kurumu ile Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği ESKADER’in birlikte organize ettiği “Matbuat Dünyasının Sanatkâr Çehreleri” toplantıları her ay yapılacak.
İlk şahsiyet; Tanzimat devrinin belki de en önemli simasıydı.
Takdim ve sohbetin idaresini Mehmet Nuri Yardım üstlenmişti. "Hâce-i Evvel" edebiyat hocalarının evveli Ahmet Mithat Efendi’yi Profesör Durali Yılmaz anlattı.
Ön sırada dinlemekte olan hanımefendi, uygun bir sırada söz alarak:
"Ben Ahmet Mithad Efendi’nin akrabasıyım…" diye söze başladı ve anlatmaya devam etti.
Öğrendik ki Terhan hanımın rahmetli eşi, yine aynı dönemin ünlü yazarlarından Muallim Naci’nin torunuymuş (Muallim Naci bey, Ahmet Mithat Efendi’nin damatıdır.)
"Bir de burada duvarda bir resmi var, ama onunla hiç alakası da yok, bu resim çok çirkin. Ahmet Mithet Efendi böyle değildi. Yalıda bir resmi vardı ben onu getirip müzeye verdim ama koymadılar… Çalışma masasını da ta Beykoz’dan alıp buraya getirmiştik. Fakat ne yaptılar bilmiyorum" dedi…
Recep Arslan, konuştukları arka sıralardan da işitilsin diye, mikrofonu Terhan Ulusoy’a uzatıyor.
Basın Müzesi’ndeki ilk konferans… Sol kenarda Fatma Yılmaz hanım Leyla Ulusoy’dan bilgi alıyor.
Siyah kıyafet ve başında bant olan Terhan Ulusoy hanımın kocasının dedesi Muallim Naci imiş.
Arkada Eskader’den Elif Sönmezışık. Ve İsmaill Hakkı Avcı.
.
.
Muammer Erkul, Terhan Ulusoy, Prof. Durali Yılmaz
Fatma Gürbüz Yılmaz, Mehmet Nuri Yardım, Terhan Ulusoy, Leyla Ulusoy Öhler, Basın Müzesi’ndeki Ahmet Midhat Efendi tablosu önünde.
Muammer Erkul, Terhan Ulusoy ve kızı Leyla Ulusoy Öhler ile Basın Müzesi’ndeki Ahmet Mithat Efendi’nin
en çok bilinen (ve hemen her resmi buna bakılarak çizilen) ünlü yağlı boya tablosu önünde…
İstanbul Sultanahmet’den yürüyen tramvay, Çemberlitaş durağına varmak üzereyken hemen sağda kalan Basın Müzesi önünden geçer.
Bu binanın birinci katında özel bir yer ayrıldı.
ve işte bu gördüğünüz bölümde ilk toplantı yapıldı.
"Matbuat Dünyasından Sanatkâr Çehreler" isimli seri toplantılar, bundan sonra her ay işte burada yapılmaya devam edecek…
………………….
TOPLANTIDAKİ KONUŞMALARIN
SES OLARAK KAYDEDİLEN KAYITLARI:
ÇÖZÜLMÜŞ KAYIT:
Mehmet Nuri Yardım:
Bu proje aslında yaklaşık bir iki senedir uğraştığım bir projeydi.
Şöyle dönüp bir basın tarihimize baktığımızda ilk gazetecilerle ilk yeni edebiyatçılarımızın aynı olduklarını görürüz. Ziya paşa, Ahmet Mithat Efendi, Namık Kemal, Şinasi ve diğerleri. Demek ki gazetecilikle yeni edebiyat birlikte gelişmiştir. Teşkilatçı, devlet adamı, paşalık yapan isimler bunlar.
Seri içinde bazı isimler eskidi derken Ahmet Mithat Efendi’nin en isabetli isim olduğunu düşündüm ve onunla başlatalım dedim, çünkü 300’e yakın eser sahibi kendisi, bu bir rekor.
Yaşayan yazarlar arasında Sadettin Kaplan’ın 100’e yakın eseri var hepimiz hayret ediyoruz. Demek ki aşılamayan bir rekordur bu.
Romancılığı, gazeteciliği, tüccarlığı var. Sular bulmuş. Çok renkli bir şahsiyet, sanatkâr…
Ahmet Mithat batıda yaşıyor olsaydı hakkında beş on film yapılmış olacaktı.
Sözü hocama veriyorum…
Prof. Durali Yılmaz:
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Önce, Ahmet Mithat’ın büyüklüğünü gösteren Ahmet Rasim’den bir şey anlatacağım. Sonra tanınmamışlığından bahsedeceğim.
Ahmet Rasim [hatırasını] anlatır:
Bunlar, matbaada kâğıt oynuyorlarmış. Ahmet Mithat bunları görmüş, hepsi onun himayesinde çalışıyorlarmış zaten. Bunları kızmış, bağırmış. Onlar da [ilk defa oluyor] boykot ediyorlar hiçbiri ertesi gün gazeteye gelmiyor…
Ahmet Rasim; ertesi gün indim diyor, merak içinde indim Sirkeci’ye. Baktım çocuklar “Tercüman-ı Hakikat” diye gazete satıyor. Nasıl çıkar bu gazete bu yazılar nasıl yazılır. Herhalde önceki nüshaların baskıları… Baktım yeni baskı. Benim yazım aynen benim üslubumla yazılmış. Hüseyin Rahmi’nin romanı aynen yazılmış. Dehşete düştüm. Sonra merak ettim matbaaya gittim uzaktan baktım. Ahmet Mithat, hem dizmiş, hem yazmış, hem basmış, kir pas içinde ayakta uyukluyor… Birden canlandı, diyor kendini göstermek [bîtap görünmemek] için. O an dedim ki; bu adam yıkılmaz, insanüstü bir şey!
Aynı üslupla herkesin yazısını yazıyor, tefrikaları tamamlıyor ve gazeteleri basıyor, sabaha yetiştiriyor tek başına. [O zamanlar makine de yok, harfler tek tek, cımbız gibi, toplanıyor ve yan yana dizilerek hazırlanıyor]
Demek ki hem gazeteci hem muhabir hem operatör…
Enteresan derya bir adam…
Bir unutulmuşluk içine girdi son zamanlarda.
Bir gün üstat Necip Fazıl’la iniyoruz, bir taksi çağırdı. Yolda dedim ki; üstadım Ahmet Midhat’ın kitabını gördüm. Üss-i İnkılâp. (Unutulmasına sebep olan kitabı odur.) Çok dikkatimi çekti dedim. Doğunun batıya bakışı doğunun doğuya batının doğuya bakışı aynen Necip Fazıl’ın başlıkları gibi… Öğrenmek istiyordum üstat okudun mu bunu diye sordum. Okuduğunu da biliyordum. Onun öyle bir kitabı mı varmış dedi. Şaşırdım.
…
Namık Kemal ve arkadaşları toplumun yukardan dizayn edileceğine inanır. Gazeteye ikinci Mahmut karar verdi. Halkın gazeteye ihtiyacı var. Takvim-i Vakayi çıktı sonra Ceride-i Havadis…
Romana da kimse bu milletin ihtiyacı var mı diye sormuyor. Batı yazıyor biz de yazalım verelim mantığı… Genç Osmanlılar inkılapçı. Ahmet Mithat’ın ayakları yere hemen bastı. Mithat Paşa’nın yanında yetişmiş. Hayat adamı. Vatan yahut Silistre, Gedik Paşa’da oynanınca kıyamet koptu. Herkes toplandı sürgüne gidecekler. Ahmet Mithat ta aralarında… Tevfik, kitabında anlatır. Edebiyat-ı Osmaniye… .Namık Kemal halk galeyana gelecek bizi kurtaracak sanıyor. Hala o heyecanı yaşıyormuş. Gittik diyor. Sirkeci’ye vardık orda daha fazla kalabalık. Namık Kemal, simdi bitti bu iş şimdi isyan ederler. Vapurun güvertesine çıkardılar bizi diyor. Namık Kemal şimdi halk yapar bir şeyler halk bizi iyi görsün diye buraya çıktık diyor. Ahmet Mithat’ın aklı başına geliyor böyle olmaz. Bu toplum batı toplumu değil. Eğitmemiz lazım. Üs inkılapta üzerinde durduğu budur. Denedik elimize yüzümüze bulaştırdık bu iş bitti. Bu kitaptan sonra Namık Kemal tamamen cephe alıyor Ahmet Mithat’a. Ahmet Mithat Efendi sürgünde okul açtırıyor. O anda kafasındaki roman, romanlar batılı tarz olmamalı halka bir şeyler öğretmeliyiz. Batılı tarzın içinde sınıf mücadeleleri falan var. Batılı roman demek felaket demek… Mithat Efendi’nin roman anlayışı bize ait… Bunu ilk fark eden Kemal Tahir… Hepimiz Ahmet Mithat Efendi’nin çocuklarıyız dedi. Ahmet Mithat böylece gündeme geldi. Derlerdi ki biz talebeyken romanlarında krokiler var. Buna rağmen açıkça söylüyorum. Mithat Derin de itiraf eder, “Fransız edebiyatının Türk’e etkisi”nde; Hasan Mellah, Hüseyin Fellah, bunlar alexandre dumapell’in taklididir. Ancak bunu çok geride bırakmıştır. Bir itirafı Refik Halit Karay yapar. “Ahmet Mithat Türkçe’nin nesil dilini bulan adamdır; Ahmet Mithat’ın eserleri yazılamaz.” Edebiyatçılarımız diyor ki “bir kitap vardır Baydar kitabı. Hasan Mellah, Hüseyin Fellah, bu imajinasyon olamaz.” Buna rağmen kimse ilgilenmiyor Ahmet Mithat’la. O enteresandır. Benim de söyleyeceğim bir şey var. Onun müşahadeatını ilk defa ben gerçekleştirdim. “Müşahadehat”ta deniyor ki (belki acemice ama dünyada ilk o denemiş); sis romanı “Müşahadat” romanının kopyası gibi. Kahramanlarla tek tek konuşulur. Sisin kahramanı der ki “Nigel sen öleceksin. Sen beni oluşturdun ama ben ölümsüzüm.” Bunu ilk defa tartışan, romanda ortaya koyan Ahmet Mithat Efendi’dir. Ama biz değerlerimizi bilmiyoruz. Yüz sene ileriden geliyor adam. Bence Mithat Efendi daha güzel yazabilirdi fakat toplumun yapısı gereği böyle oldu. Benim okurum Fransız okuru değil derdi. “Emile Zola beni il” diyor.
Şimdi sürekli, Halide Edip’le birlikte sentez çıktı başımıza. Doğu-batı sentezi çıktı. Bu sentezi Halide Edip, Sinekli Bakkal’da yapmaya çalıştı. Sonra Tanpınar üzerinde durdu. Musikide bir sentez, olamaz imkânsız. Biz o sentezi taktık. Hala o işin içinden çıkamıyoruz. Geri kaldık diyorlar. Neyden geri kaldık kardeşim. Mithat efendinin kafasında böyle bir sentez yok. Batı gibi yazma heyecanı diğer yazarlarda çok var. Namık kemal; “biz batıya karsı yeni konuşmaya başlamış bir çocuk gibiyiz” diyor. Kompleksi var. Bin yıllık edebiyatımız var, nasıl böyle olur kardeşim olacak iş mi? Nesilde bir sıkıntı vardı. Gazetecilik diliyle başladı nesil, haber diliyle başladı, oturmadı tam. Namık Kemal eskiyi yok sayarak; “Divan ile aramıza bir mezarlık girdi” der. Hepsinde batı ayrımı var. 1711de asıl batı ayrımı Fransa Sefaretnamesiyle başladı. Bizim aydınımız o zamana kadar batıyı yok saydı. Bir de 1699 toprak kaybında… Kompleks başladı, maalesef jön Türkler ile zirveye ulaştı. Fakat batıyı kavrayamadılar. Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır anlatır: “Sefiller’i açardı babam, Fransız cümlesi okuyup bir buçuk saat konuşurdu” diyor. Şemsettin Sami, “Victor Hugo çağımızın en büyük ahlakçısıdır” diyor. Hepsi böyle konuşuyor Ahmet Mithat hariç. Sefiller tek başına bir toplumu kurtarır derler. Eleştirel bakış yok, inanılmaz bir hayranlık var.
Ahmet Mithat, “Ben tercüme yaparken batılı kitabı okurum, sonra kendime göre bir daha yazarım” diyor. Bakın Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efendi eserinde sentez yok tahlil var. Ahmet Mithat uğraşıyor bir zamanlar, kitapları arasında ekonomik ve politik diye bir kitap bulundu. Adamın yapmadığı şey kalmamış yani. Ekonomiyle uğraşmış. 10 sene içinde Osmanlı sanayisi çöktü. Bütün bunların acısını Ahmet Mithat duyuyor ve kitap yazıyor. Bu aydın, yıkılış devri aydını. Bütün sancıyı duymuş. Bir imparatorluk kaybediyorsunuz. Bir kısım bu yüzden batıya yönelmiş zaten, başka çare yok diye. Ahmet Mithat gibi halktan gelen aydınlar ise halkımızı aydınlatalım demişler. Yahya Kemal’in tabiriyle, çeşmeden içilen her damla suya şükreden topumun dazlak gibi romancısı, emile Zola’sı olmaz ki. Batı basını halktan yana gitmiş. Charles Dickens’ın İki Şehir’inde meyhanedeki kadın bile halkı örgütlemeye çalışır. Fakat bizde yukarıdan dizayn etmeye çalışmışlar. Ahmet Mithat Efendi buna karsı çıkmış. Toplumum Emile Zola değil. Toplumu eğitmeliyiz, ayrıca biz Müslümanız. Batılı romancılar ben Allah’ın yarattığı dağları beğenmiyorum bir daha yazıyorum diyorlar. Ahmet Mithat böyle olmaz diyor haşa karşı çıkıyorlar Allah’a diyor. Batılıların şövalye romanlarında, destanlarında halkın dili var. Aydınlar Latince konuşuyor. Halk kendi diliyle eser yazıyor. Bizde ise doğrudan taklit var; batı tiyatroyu şöyle yazıyor biz de öyle yapalım! Battal Gazilerin devamı falan olsaydı bizim tarzımız olacaktı.
Ruslar yüz senede sıfırdan büyük bir edebiyat yaptılar. 1870lerde ilk romanımızı yazdık biz. 1860 Tasvir-i Efkar. O günden bugüne bir yere gidemedik. Ruslar yüz senede her şeyi bitirdiler. Ben şuna inandım. Puskin Rusların ilk ciddi romancısı, Afrika kökenli. Hemen arkasından Gogol… Sonra Dostoyevski, Tolstoy dünya edebiyatına çıkıyorlar. Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık diyor Dostoyevski. Bu çok dikkat çekici bir hadisedir. Yani Gogol’u esas alıyor adam. Ama biz hiç böyle diyemedik ki. Biz dazlak olmak istedik. Hiç kimse Ahmet Mithat Efendi’nin paltosundan çıktık diyemedi. Ben bunu Kazakistan’da gündeme getirdim. Az önce Gogol caddesinden çıktım geldim. Dostoyevski’niz der ki, dedim; hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık. Ben de diyorum ki biz hepimiz Ahmet Yesevî’nin cübbesinden çıktık diyebilmeliyiz. Şaşırdılar Ruslar, çoğunlukta parlementerler var. İlimler akademisi başkanı işaret etti. Tercüme ettiler ayakta alkışladılar bunu. Fransızlar, Ruslara “siz edebiyatı bizden öğrendiniz” diyor. Dostoyevski ise “doğru” diyor; “Sizden öğrendik ama ona Rus damgasını vurduk.” Modern romanı başlatan Halit Ziya Aşk-ı Memnu’da ilk başta yazıyor; “Haşa biz bu dâhilerin yanında ukalalık yapamayız biz taklit bile yapamayız” diyor. Aradaki fark bu… Ama Ahmet Mithat Efendi’nin kompleksi yok. Ben Osmanlı’yım diyor. Ben buyum kardeşim benim toplumum bu diyor. Keşke onun cübbesinden doğup gelseydik. 28:45
– Hepimiz Ahmet Mithat Efendi’nin talebesiyiz. Üstat Necip Fazıl batıyı ezbere bilirdi. Roman şiir deyince Voltaire falan gelir. Daha batılı. Nazım Hikmet daha doğuludur. Daha bizden. Necip Fazıl’ın çocukları baba deme şansına sahip değildi ona. Şiiri zaten tamamen boglaree, yan yana koysanız ayırt etmek zor. Tanpınar, Kemal Tahir, Necip Fazıl, hepsinin kafasında batı var, onlar sentezci. Âkif de öyleydi zaten. Hala sentezcilikle meşgulüz. Bir şey anlamak mümkün değil. Düzeltmek nasıl olur bilemiyorum. Ama ben Ahmet Mithat Efendi’de hiç mağlubiyet hissetmedim daima büyük olduğunu fark ettim. Gazeteleri de ilk defa halk düzeyinde…
Muammer Erkul – Ben Beykoz’luyum okulum da ordaydı. 75’lerde, 80 öncesi orda okuyan çocuklardık. Ve edebiyatı da seviyoruz… Onun adını duymadık, evinin önünden geçerken öğretmenlerimiz öğretmesi gerekirken öğretmiyorlardı. (Belki onlar da bilmiyorlardı) Önünden geçtiğimiz halde bilmiyorduk…
Mehmet Nuri Yardım: Fransa gibi bir ülke olsaydı adını duymuştuk çoktan…
M. Erkul: Ödevlerimiz vardı (mesela Onçeşmeler, Anadolu hisarı gibi belli yerleri ödev olarak araştırıyor resimlerini buluyorduk) ama Araştırma yapsak da öğrenemiyorduk…
Durali Yılmaz: Namık kemal ve arkadaşları onu yok saydıkları için, bu anlayıştan dolayı…
Sadettin Kaplan: Bu kadar hengame arasında kafama bir nokta takıldı. Ahmet Rasim diyoruz, Ziya Paşa vs diyoruz. İsminin sonunda devletin verdiği unvanlar zorunlu söylüyoruz. Neden Ahmet Mithat’a “Efendi” diyoruz? Tek efendi olan o.
Cevap: Onun Babıâli’deki ismi Efendi Baba’dır zaten. Böyle bir lakabı vardır gazeteciler arasında.
Her şeyini, malını, mülkünü o kitaplardan kazanıyordu, evinde matbaası vardı.
Mehmet Nuri Yardım: Çocukluk yıllarıyla ilgili bir araştırmaya göre, yoksul bir ailenin çocuğuydu. 7-8 yaşlarında Mısır Çarşısı’nda aktar çırağı olarak çalışmaya başlıyor. Günün birinde yan dükkanda yaşlı bir adam görüyor. Ne okuyorsunuz, gazete. Ben de okumak istiyorum bana da öğretir misiniz? Öğretirim ama bir şartla, sen gelip bu dükkânı süpürürsen öğretirim diyor, Ahmet Mithat peki diyor ve anlaşıyorlar, her gün dükkânı süpürüyor. Daha o yaşına rağmen azim görüyoruz. Günümüz gençlerinde bu azmi göremiyoruz. Siz Üniversitede hocalık yaparken bunu görüyor musunuz gençlerde? Çünkü o adeta ibadet eder gibi çalışıyor.
Durali Yılmaz: Öğrencilere takılıyorum bazen. “Bazıları hayatı boyunca tükenmez kalem aradı. Çünkü o nesil nasıl yapıyordu, mürekkebe her defasında bandırması gerekiyordu. Buna rağmen seksen küsur roman yazıyorlardı. Sizin her türlü imkânınız var. Kütüphane kütüphane dolaşmak zorunda değilsiniz”. Bu teknoloji onların zihnini durdurdu gibi geliyor bana. Ve adam Türk dili edebiyatını seçmiş üniversitede. Soruyorsun. İsteyerek gelmiş. Lisede bir tek roman okumamış! Ne yaptınız gelmek için dedim, test çözerek gelmiş… Böyle bir nesil var. Bundan bir şey olmaz. Bütün dünyada okuma yazma oranı yüzde 20’dir. Fransa’da yüzde 19’a düşmüştü 1928’lerde, kıyamet koptu. Üniversitede ihtar koydular. Bunu nasıl ölçüyorlar, Ahmet Mithat efendinin “Avrupa’da Bir Cevelan” kitabını sadeleştirip koyduk, nüfusun yüzde yirmisi kadar satılması lazım. Ciddi bir gazete çıkardınız, bakılmak için değil okumak için bir gazete çıkardınız, nüfusun yüzde yirmisine satılması lazım. Türkiye nüfusu 80 milyon. Türkiye’de basının toplam tirajı 3 milyon! Yani yüzde iki dahi değil okuma oranı. Üniversiteler arttıkça oran düşüyor… Kelime dağarcığı sıfırlanmış bir toplumdan ancak kavga çıkar. Üç yaşındaki çocukları yan yana koyunca iki dakika sonra kavga ederler. İlkokul mezunları arasındakiler biraz daha uzar. Liseden sonra hiç olmaması gerekir. Adamlar Fransa’da, Mitterand seçim konuşması yapıyor. Mitterand 21 bin kelime kullanıyor. Öbürü 19 bin kullanıyor seçim propagandası sırasında. Bu seçimi Mitterand kazanır diyor herkes.
Türkiye’de baksanız, en çok kelime kullanan kişi Peyami Safa’dır. 7 bin kelimedir.
Kelime dağarcığı önemli bir şey… Türk dilinin; 125 bin işler kelimesi olduğu zaman, Baki gibi bir şairi Sinan gibi bir mimarı çıktı. Süleymaniye’yi hayal edince en az 100 bin kelimeyle hayal etmeniz lazım. 500 kelime kullanan toplumda neyi hayal edeceksiniz neyi yazacaksınız. 30 senedir söylüyorum hiç olmazsa klasiklerimizi adapte edelim ilkokullarda okutmaya başlayalım. Adam Shakespeare boyatmaya başlıyor Victor Hugo’yu boyatıyor anaokulunda. Lise bitince bütün Fransız ve İngiliz klasiklerini biliyor öğrenci. Türkiye’de böyle bir şey yok. Gençlere kızmıyorum. Girin google’da bakın Madrid üniversitesinde Fransız filolojisi programına bakın. 1. ve 2. sınıflarda yüzde altmış oranında İspanyol dili edebiyatı okutuluyor. Moskova üniversitesinde alman dilinde yüzde altmış Rus dili Rus edebiyatı var. Bir tek Türk üniversitelerinde Türk Edebiyatı dersi yoktur. Sen bu yurttan ne bekliyorsun. Sen kendini yok sayıyorsun. Türkiye’nin filolojilerinde kesinlikle Türk dili ve edebiyatı yoktur. Bu nedir, adamlar Cezayir Fransızlardan kurtulunca ilk önce Arapça’ya döndü.
YÖK kurulunun başında Kemal Gürbüz vardı, ben de o zaman dekandım. Dekanlar toplantısına gitmiştik Çukurova’da. Adam toplantıda Türkçe diye bir dil olamaz yahu, dedi. Bu şekliyle olmaz diyor. Geri kaldık İngilizce’ye geçelim diyor. Türk dilinin 5 bin yıllık geçmişi var. Fransızca, İngilizce daha dünkü diller. Yoktu bunlar dedim… Kompleks var işte.
Dinleyici: Yüksek Öğrenim okulunda Nihat Sami Bey girerdi dersimize. “Çocuklar dedi. Bir milleti yok etmek istediklerinde dillerini yok ederler önce!..”
D. Yılmaz: Üsküp’te bir toplantıdayım salon da kalabalık… O sırada biri bir şey söyledi. Tahrib-i Harabat’ta Arnavutça bir kelime kullandılar. Ana dili Arnavut olmayan biri bu kelimeyi kullanmaz dedi. Sonra birisi Namık Kemal’in annesi Arnavut’muş. Ben bunu biliyordum. “Ben ki Arnavut’um harabattaki ciğer kokusundan rahatsız oldum” demişler.
Üsküp’te daha sonra orta yaşlı bir bayan, “Tüh” dedi. “Namık Kemal de gitti elimizden ne yapacağız şimdi?” dedi. Ben de dedim ki “Arkadaşlar bu ırk meselesi değil. Ahmet Mithat, Çerkez… DNA testinde İtalyanların yüzde altmışı Türk çıktı. Anadolu’da test yapıldı. Yüzde 36 Türk çıktı. Bulgarlar yüzde 100 Türk çıkacak. Macarların isimlerinin yarısı Atilla… Bu bir ırk değil. Türkçe varsa odur.” Dedim. Bu bir bilinçtir…
Yahya Kemal; “Türkiye’nin çekildiği yer vatan değildir. Çekilmediği yer vatandır” der.
Dil gitti mi bitti.
Sözlük okuyun diyorum gençlere. Gece gündüz. Anlamasanız da okuyun. Önce kelime dağarcığı oluşsun. Mehmet Âkif Arnavut diye atacak mıyız onu? Irk ayrı bir şey, bu bir idraktir.
Mehmet Nuri Yardım:
Nihat Sami Hocamızın bir sözü vardır. Bir gün Şeyma Hanımla sohbet ederken “Hocam sözlüklere nasıl bakılır” diye sormuş Şeyma Hanım… Demiş ki “Şeyma Hanım bildiğiniz kelimelere bile bakın.” “Niçin” demiş. “Bilmedikleriniz için bakacaksınız zaten. Bildiklerinize de bakın, acaba doğru mu biliyorsunuz.”
X:
Bir arkadaşı sözlüye kaldırdı hocam. Bir kelimede vurguyu yanlış yapmıştı. “Bir dakika evladım” dedi hoca. Arkadaşa dedi ki: “Siz ne olacaksınız?” “Edebiyat öğretmeni.” Olamazsın ama inşallah der gibi; “İnşallah evladım, inşallah” dedi.
Hoca: Hiç kimse okuduğu kitapları bir kenara atmamalı.
Dinleyici hanım:
Söz kültürden açılınca, temel ilkokuldur diyeceğim. Sonrası üzerine eklenenlerdir. Esas temel, kültür, tarih, matematik, her şeyin temeli ilkokuldur. Geçen gün telefonla konuşuyorduk öğretmen bir arkadaşla, inanır mısınız ağladım. İlkokul 5e kadar sınıfta ders yapmak yok ödev vermek yasak. Ben aldığım parayı helal olarak almak istiyorum. İyi öğretmek istiyorum.
__________________________________________________________________________________
“Paris’te bir Türk” kitabı… Fransız birisi okuyunca, Ahmet Mithat Efendi için “Paris’i biliyor mu” demiş, “hayır bilmiyor” demişler. “O halde nasıl adım adım biliyor” demiş Fransız. İşte kitaplardan öğreniyor ve Paris’i müthiş bir şekilde anlatıyor.
Tanzimatın ilk gezi kitabı da odur.
_____________________________________________________________________________
Dinleyici hanım: Aşk-ı Memnu filmleri yapıldı. Bir kitapta hem sadeleşmiş hali hem orijinal hali vardı ben onu sevdim.
D. Yılmaz: Fransızlar Shakespeare yayımlıyorlar. Yine zor, eski dil. Altına bir sürü dip not koyuyorlar. Sadeleştirme yapmıyorlar. Bizim Ahmet Mithat eserleri de kolay dillidir. Bir cümlede iki üç bilinmeyen kelime çıkar. Namık Kemal’in dili kadar zor değildir.
Dinleyici hanım: Sadeleştirme şiirselliği veremiyor, karşılaştırmalı olsa (bir sayfada orijinali, karşı sayfada sadeleştirilmiş hali) daha güzel olur. Hem anlıyorsunuz hem şiirselliği hissediyorsunuz.
____________________________________________________________________________
Bütün kitaplarda ve kaynaklarda ilk romanımız Taaşşuk-u Talat ile Fıtnat yazar, 1872. Ahmet Mithat’ın Suizan kitabı roman çapındadır. 1870’tir. Böylece edebiyatımızın ilk romanı Suizan’dır. Tanzimat yazarlarında ideolojik bölünmeler yüzünden o bir kenarda atılmış. İlk küçük hikâye de Kıssadan Hisse’dir. Ahmet Mithat kendisi basmış Bağdat’ta. Hace-i Evvel oradan geliyor zaten.
İlkleri Ahmet Mithat Efendi’ye borçluyuz.
Şu anda post modern olanlar Ahmet Mithat tarzındadır.
Mehmet Nuri Yardım: Onun hakkında eskiyi savundu demişlerdir, hâlbuki en sade şiirleri Muallim Naci yazmıştır.
Dinleyici bey: “Henüz 17 Yaşında” kitabı gibi sansürlü eserlerinden bahseder misiniz?
D. Yılmaz: Sansürlenen kitaplarda da eften püften şeyler sansürlenmiş. Hani adam işini yapmış olmak için yapmış gibi. Çok fark da yok. Niye kesmiş belli değil.
Terhan Ulusoy: Biz yalıda oturuyoruz, akrabasıyız. Muallim Naci’nin torunuyuz…
Mehmet Nuri Yardım: Yakın zamanda Muallim Naci için de etkinlik düzenleyeceğiz.
D. Yılmaz: Necip Fazıl, Ahmet Mithat’ı pek beğenmiyor ama Naci’yi çok iyi bilir ezbere okur. Onu bizim olarak görür.
Recep Arslan: Bir gün girdik yalınızın bahçesine, merdivenlerde durduk, burayı niye müze yapmazlar diye düşündük.
Mehmet Nuri Yardım: Siz korsan olarak girmişsiniz biz izinli olarak gireceğiz.
R. Arslan: Paşabahçeli olarak oraya girmek hakkım zaten… (Gülüşmeler)
__________________________________________________________________
Terhan Ulusoy: Bu (duvardaki) resimde hiç alakası yok, çok çirkin bu resim… Onun başka bir resmi vardı yalıda, onu da buraya getirmiştim müzeye.
(Yan ses) Sabaha karşı, çalışmış da yorulmuş bir pozu gibi bu…
Terhan hanım: Yazılarını yazdığı masa da burada. O masada yazardı hep. O da tarihî bir masadır. O masayı da getirdim, resmi de getirdim. Eşim avukat Sevzat Ulusoy. Muallim Naci’nin torunudur eşim. Kızım Leyla Ulusoy’dur.
Onun masasını buraya getirmiştik ama kayboldu, kıymet bilmezler diye korkuyorum. Tarihi bir masa, o kadar da taşıdık buraya.
(ses olarak kaydedilenler bitti)
…
.
Okurken hiç sıkılmadım. Suizan’ın bir kenara itilmiş olması beni üzdü. Ahmet Mithat’ın herkesi taklit ederek yazı yazması, koca gazeteyi basması insanı ayağa kaldıran bir olaydı. O çocuk yaştaki okuma merakı ve okumayı öğrenmek için dükkan süpürmesi beni utandırdı. Kalemine sağlık canım ağabeyim harika bir yazı.
ŞEVKET ÖNDER