Radyo, kelime olarak bir dönemi “de” anlatır. Belki bunun için eski radyolar “özel”liklerini koruyacaktır hep, bazı zihinlerde…
Radyo; karanlıklardan süzülen ümidin, ipek dalgalarda yüzen müziğin, gökkuşağını andıran romantizmin, ince elenip sık dokunan edebiyatın, kurtla kuzudan peri kızlarına kadar ballandırılan masalın ve bilmem daha ne kadar konu başlığının hep birlikte açılımıdır o günlerde…
Radyo ne kadar çok şey demekti o zamanlar!
Bunun cevabını; evlerine ilk televizyonun alınışını hatırlayanlara sorun…
Radyo, televizyon öncesi zamanda; “hayata bağlı kalmak” demek bir anlamda… Nerede olursan ol, nerede yaşarsan yaşa. Çünkü havadaki dalgalar, şehrin en ücra köşelerine, izbelere, hatta esir milletlere bile ulaşıyor… Büyük savaşlar veriliyor radyo yayınlarıyla; sıradan konuşmalar içinde geçen şifreler çözülüyor; zihinlere kurulan tuzaklar açığa çıkarılıyor… Normal radyoları şifre göndermede kullanan casuslar veya yeri belli olmayan (değişken) noktalardan yayın yapan gizli vericiler avlanıyor kimi zaman…
Demirperde gerisinden Türkçe yayın yapan radyolardan biri ise; Bizim Radyo… Aksanlı konuşan kadının sesi hala çok kişinin kulağında… Sanki o radyo o kadının sesi demek. O ses her zaman hür dünyayı kötülüyor, haberleri kendine göre okuyor…
Eski zamanlarda kaleleri fethetmek için didinirmiş ya savaşçılar… Bahsettiğim dönemde, silahlı askerler nöbet bekliyor radyoların önünde; kale kapılarını bekleyen yalınkılıç muhafızlar gibi… Çünkü radyonun ele geçirilmesi, ülke yönetiminin ele geçirilmesi anlamına da geliyor… İlginç bir durum yani… Yani radyoya sahip olmak, iktidara sahip olmak gibi bir şey!
Şimdilerde, her ilçe veya mahalleden yayın yapan… İsimlerine de (sanki Türkçe karşılığı yokmuş gibi) “Di Cey” mi ne denen sakızlı kızlarla küpeli oğlanların, bu dediklerimi anlamaları mümkün mü?..
Tarihin içinde kalmış olan komünist radyoda konuşan o kadın “r” harflerine vurgu yapardı ve asker adımları gibi basarak konuşurdu; ama şimdiki “hür” radyolarda, onun meslektaşı olan bazı mahlûkatın konuşmalarını; akıt kâğıt mendillere de, çöpe at!..
O zamanlar, acısı henüz kabul bağlamadığından; Türkiye’deki eski ihtilaller anlatılıyor ve bu hatıralarda da “radyo” kelimesi geçiyor hep: “Seçimle bir türlü yenemedikleri Menderes’i silahla devirmeye çalışanlar ilk önce radyoyu ele geçiriyorlar… Kısa zamanda başka bir grubun eline geçse bile, radyo geri alınınca ihtilal tamamlanmış oluyor” vesaire…
Sen de, haliyle, bu ve benzeri duyduklarından tek sonuç çıkarıyorsun bir çocuk olarak: Radyo denen şey çok mühim…
Ve o zaman, benim şimdi yaptığım gibi… Sana ilk emanet edilen o “çok değerli şeyi” hatırlıyorsun, yıllar geçse bile üzerinden…
Bu ülkede “radyo” denince, elbette İstanbul Radyosu hatırlanıyor…
Hani şu Taksim’den Şişli yönüne giderken sağda, Hilton ile aynı sırada bulunan renksiz ve soğuk bina!.. Burası niye böyle renksizdir, neden bu kadar soğuktur, bilmem! Hadi haberleri bir kenara geçelim ama bunca şarkı, türkü, piyes, masal sanki buradan yayılmıyor gibi alıcılara…
İsmi verilmişti elime, gidip tanışmam söylenmişti; Mustafa Ruhi Şirin ağabey ile… Onunla ilk karşılaştığım günü ve dolayısıyla İstanbul Radyosu’na ilk girişimi hatırlıyorum. Ödüm patlamıştı… Çünkü galiba sıkıyönetim zamanıydı; kapıda ızbandut gibi seçme askerler, kenarda komutanları ve tüfek teçhizatlarından duyulan çelik sesleri!
İnanın, şimdi hepimiz unuttuk yaşadığımız günleri…
Değil böyle; “ele geçirmenin yönetime sahip olmakla eş olduğu” bir radyoevine girmek… Baskın, yani arama/tarama yapılan bir mahalle kahvesinin kapısından çıkmak bile; şimdi Yeşilköy Hava Limanı’nın “dış hatlar” kapısından çıkmaktan daha zordu!.. Çoraplarının içine kadar aranırdın gerekirse ve hatta üzerinde bir şey bulunamadığı zaman da emniyette tutulabilirdin, her ihtimale karşı!.. Üzerinde yarılanmış Samsun paketi çıktı diyelim ama küllükte tüten sigaran Marlboro ise ne cevap vereceksin?.. İki yol var; ya bir yerde saklıyorsun yabancı sigara paketini veya bir arkadaşından otlandın… Öyleyse kimden aldın?..
Bir iki paket yabancı sigara veya birkaç Amerikan Doları bulundurmanın gümrük kaçakçılığı bile sayılabileceğini kaç kişi hayal edebilir şimdi?..
Allah o günleri bir daha yaşatmasın!
Radyonun rejimler, devletler açısı, siyasi önemi pek de umurunda değil bizim mahallede kimsenin. Halk arasında en bilinen simalar, en çok konuşulan isimler malum…
Mini etek giyerek sahneye çıktığını hatırlamadığım (ve zaten büyüklerin de bu olayı çocukların yanında konuşmadığı) Zeki Müren… İstanbul’a gelmiş ve günün şarkılarını söyleyip 50 kadar da filmde oynamış bir güneydoğulu örneği olan Nuri Sesigüzel… Sulukule çingenelerinin de çok sevdiği (sanırım enişteleri da olan) Adnan Şenses… Futbol gibi, boks gibi müsabakaları anlatan Orhan Ayhan… Küçükken kekemelikten konuşamadığı için annesi tarafından bülbül dili yedirilen, fakat bu defa da hiç çenesi kapanmadığı anlatılan, ben bildim bileli beyaz saçlı bir ihtiyar adam olarak gözüken “delikanlı” Halit Kıvanç… Orhan Boran ve Yuki isimli piyesler, skeçlerle dolu eğlence programı… Karşısındakine “evet” veya “hayır” dedirttiği zaman; “hoppaaa” diye zıplayan Erkan Yolaç… Bir de hava durumlarını sunan Ali Esin…
Ali Esin, Allah rahmet eylesin. Yeşilköy’de oturuyordu…
Çocukluğumun bu önemli isminden randevu almış; çalışmakta olduğum Türkiye Çocuk Dergisi için röportaja gitmiştim. Beyaz örtülü bir hanımefendi açtı kapıyı; sonra da hemen eşine seslenip içeri girdi, bir daha da gözükmedi. Çay ve kurabiye servisini de Ali Bey yaptı…
O devrin insanları çok tedirgin halde çalışmışlar mesleklerinde… Biz çocukken de, tanınmış, bilinen kimselerin dindar görünmeleri çok yadırganırdı!.. Birinin ağzından (“inşallah” mı ne demişti) “Allah” ismini işitmiştim de çok şaşırmıştım… Turgut Özal’a kadar da camide görünen veya samimi olarak bir dini husustan bahseden kimse hatırlamıyorum yüksek makamlardan. Çok mecbur kalınırsa “siyaseten” eser geçerlerdi böyle mevzuları…
Yeşilköy’e vardım. Röportaj konum; mesleklerdi. Ömür boyu hava tahmin raporları okumuş olan Ali beyin mesleği de yeterince ilginçti… Farklı sorular toplayıp öyle giderdim ben röportaja… Notlarım arasındaki en merak edilen soru ise şuydu: İz bırakan uçaklarla diğerleri arasındaki fark nedir?..
Çocuk Dergisi’nde yayınladık haliyle Ali Esin’in doğru izahını. Fakat yıllar içinde çok kimseye sorduğum bu sorunun en tatlı cevabını ise, kendisi de bir çocuk olan (Elif Sabah) vermişti…
Hiç düşünmeden, tereddütsüz olarak;
“E tabi, uçağın kenarları göğe sıyırttırıyor da onun için iz kalıyor!..” Demişti…
Belki yüz tane farklı cevap duydum; “bazı uçaklar neden havada iz bırakır” soruma…
Fakat “kanat ve kuyruğuyla göğün kenarına sürtündüğü için sıyırma/çizme izi bırakır uçaklar. Bu izler ise sonra kendi kendine silinir” izahından daha hoş olanı duymadım…
…..
(İyi de; iki üç tanesini yan yana koyunca boyumdan uzun gelen, bu olağan üstü kıymete sahip radyonun bana nasıl emanet edildiğini… Ve yine aynı radyonun, Saddam’ın yüzbaşılarından birinin evinde nasıl kaybolduğunu anlatmaya yerim kalmadı… Haftaya görüşürüz inşallah…)