Seyir Defteri – 14 Ekim 2009 Çarşamba (Ergun Göze)

 

 

 

Ergun Göze

 

 

 

 

Ortaokula giderken muhafazakar kesimin sahiplendiği büyük gazete Tercüman’dı.
Tercüman yazarları kocaman ve hayal adamlardı benim için.

Ergun Göze ismini oradan hatırlıyorum ilk defa. Sonra (Çekirge Çetin çizdiğim yıllarda) Türkiye Gazetesi’nde birlikte bulunduk.

 

Ben Cağaloğlu’nda grafik, resim, çizim işleri yaptığım sırada Ergun beyin kitap kapaklarını da hazırladım. Malum Boğaziçi Yayınevi’nin başındaydı.

 

Dün, televizyonda gördüm ilk vefat haberini;
..insanın içi "cız" ediyor!
Keşke uzun yılllar yazmaya devam etseydi Türkiye’de…
Bu satırları yazdığım sırada henüz toprağa verilmemişti.

 

Ergun abi Türkiye’mize ve "Türkiye"mize hizmet etmiş; tarihini seven, dinine bağlı kalemlerdendi, ki onun (1931’li) kuşağındakilerin bu özelliklerini ortaya çıkarabilmiş olmaları bile çok çok önemlidir…
Okumayı bilenler bir Fatiha esirgemesinler…
Allahü teala rahmet eylesin, yakınlarının ve basın yayın dünyasının başı sağ olsun…

 

 

 


 

————————GAZETE HABERİ:

 

 

Ergun Göze’yi kaybettik
13 Ekim 2009 Salı

Kadıköy Moda’daki evinde rahatsızlanarak hayatını kaybeden Gazeteci Yazar Ergun Göze, bugün öğle namazı sonrası Topkapı Merkez Efendi camisinde kılınacak cenaze namazının ardından Merkez Efendi Mezarlığı’nda defnedilecek. 1988 yılında Gazetemizde yazarlık yapan ve iki sene devam eden Ergun Göze, TGRT Anahaberde yorumculuk yaptı. 1931 yılında Sivas’ta dünyaya gelen Ergun Göze, ilk ve orta öğrenimini burada tamamladı. Çorum Lisesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanan ve 1957’de mezun olan Ergun Göze, birkaç arkadaşıyla birlikte Babıali Yayınevi’ni kurdu.

 

GAZETECİLİĞE ÖLÇÜ DERGİSİYLE BAŞLADI
Ergun Göze, basın hayatına Mümtaz Turhan’ın çıkardığı “Ölçü” dergisiyle girdi. Daha sonra kitap haline getirilen, “Meşhurların Son Sözleri” yazıları, 1961’de Son Havadis gazetesinde yayımlandı. Göze, fıkra yazarlığına 1965’te Babıali’de Sabah gazetesinde başlayıp, 1969’da Tercüman’da devam eti. Evli ve üç çocuk babası Göze, son olarak Boğaziçi Yayınları’nın editörlüğünü yapıyordu. Ergun Göze’nin çok sayıda kitabı da bulunuyor.
 

 

 

—————————- KÖŞE YAZISI:


Durum

 

Yılmaz Öztuna
14 Ekim 2009 Çarşamba, Türkiye Gazetesi

 

Ergun Göze

 

Ergun Göze’yi kaybettik. Türk milliyetçiliğinin İslâm’a ve tasavvufa ağırlık veren mütefekkiri idi. 1931 başında Sivas’ta doğdu. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi, avukat oldu. Türkçülük denen Ziyâ Gökalp’in anlattığı içerikte Türk milliyetçiliğinin büyük lideri Nihal Atsız’dan sonra bu akımın en ileri siması İsmet Tümtürk (büyük şair Cenab Şehâbettin’in oğludur) ile Ankara Caddesi’nin Sirkeci ucundaki büroda ortak avukatlığa başladı.

 

Ergun Göze’yi, Hukuk öğrencisi iken tanıdım. Nasıl tanıştığımızı, hurda teferruatı ile bir kitabında anlatmıştır. Ünlü mutasavvıf Mehmed Efendi’den feyz alanlardandır. Genç yaşında yazarlığa ve gazeteciliğe başladı. Yayıncılığı da unutulamaz. Türk millî kültürünün, bu arada Klasik Türk Musikisi’nin en etkili savunucularından oldu. Politikada Sağ’ı ve Merkez Sağ’ı destekledi.

 

Peyami Safa’nın da yakın dostu olan Ergun, pek çok kitabın müellifi ve binlerce gazete makalesinin muharriridir. Fransızca biliyordu, önemli tercümeleri de vardır. Tercüman, sonra Türkiye gazetelerinde köşe yazıları, muhafazakâr kitleyi etkilemiş, sevgi ve saygıyla okunmuştur. Televizyonlarda da epey konuştu. Dış ülkelere gidip oralardaki Müslüman fikir adamları ile dostluk kurdu. Vefatında hâlâ Boğaziçi Yayınevi’ni yönetiyordu.

 

Ergun, en yakın arkadaşlarımdandı. Aile dostumuzdu. Geçen yıl çok ağır ameliyatlar geçirdi. Buna rağmen, Ankara’da oturan bana sık sık telefon açar, uzun sohbetlerde bulunurduk. Son defa on gün kadar önce konuştum. Vefatı gerçek bir şok etkisi yaptı. Zira konuşmasında hiçbir aksaklık yoktu.
Zevcesi, Ergun gibi avukat ve yazar olan Hicran Hanımefendi’ye, büyük teessür içinde tâziyetlerimi sunuyorum. İki oğlu Türkiye dışındadır. Kızı, Sâmiha Ayverdi’nin torunu olan Sinan Büyükant ile evlidir. Onlara da başsağlığı diliyorum.

 

Türk Tarihinden Portreler kitabımın çok genişletilmiş yeni baskısını hazırlıyorum. Son biyografi, Ergun Göze olacak. Basın ve tefekkür dünyamızdan parlak bir zekâ, velûd bir kalem, namuslu bir idealist kaydı. Tarihimizi bütün olarak görebilen, Osmanlı’yı iyi anlayan bir Türk milliyetçisi idi. Tam bir iman içinde tam bir Türk gibi yaşadı. Ergun kardeşime Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini niyâz ediyorum.

 

 

——————————- KÖŞE YAZISI:


Entellektüel Boyut

 

Rahim Er

14 Ekim 2009 Çarşamba, Türkiye Gazetesi

 

Bırakın oynasın çocuk

 

 

 

 

 

Gençlere tavsiyemiz o ki öğrenmek ve öğrendiğinizi yaşamak gibi bir derdiniz varsa sizden ileri yaşlardaki insanlarla gönül köprüleri kurun. Kitap okumanın da sebebi bir anlamda bu değil midir? Konferanslara bunun için gidilmez mi? Sohbetlerdeki kalb akışları böylece gerçekleşmez mi?
Hayat bir çan eğrisidir. Sıfır noktasında başlar ve diğer sıfır noktasında biter. Sizden öncekilerin hayatı, zirveye vardığı andan, ikinci sıfır noktasına doğru yaklaşmaya başladığında sizin için istifade edilecek malzemedir. Çünkü, her hayat, harp ve sulhler, suç ve cezalar, ihtişam ve sefaletler, fareler ve insanlar ve insan ve insan öteleriyle doludur. Her insan fatih-harbiye arasındadır.
Önce Halit Refiğ’in ölüm haberini aldık. Sonra Ergun Göze’nin. Biriyle on altı, diğeriyle on dokuz yaş farkımız vardı.
Halit Refiğ, Kemal Tahir ekolünden bir yerli solcuydu. Baş başa çok sohbetlerimiz oldu. Ulusal Sinema diye bir nazariyesi vardı. Sinemayı millileştirme projesi. Sanat millileşmeli mi evrenselleşmeli mi? Herhalde evrenselleşme, cihanşümul değerlerler manzumesinde şerefli bir yer alabilme milli pınarlardan beslenmekle mümkün…
Halit Refiğ’den bir gün sinemanın tarifini dinlemiştik. Hayır bu tarifi kendisi yapmıyordu. Bu tarif, Sultan Reşad’a aitti. Balkanları ziyaret eden son Osmanlı Padişahı’dır. O ziyarette Kosova’da bir milyonluk bir cemaatle bir Cuma namazı kılınmıştır. O namaz, sanki bir vedadır, adeta bir saladır…
Kara tren, bir genç kızın kömür karası saçlarını rüzgârda savurması gibi dumanlarını savura savura istasyona yaklaşıp da durduğunda kalabalık Hakan-Halife’yi görmek için hücum eder. Sinema makinesi yeni bulunmuştur. Bir muhabir, Padişah’ı görüntülemek için yaklaşırken muhafızlar, mani olmak isterler. Padişah da onlara mani olur:
-Bırakın oynasın çocuk!
Halit Refiğ demişti ki: “Sinemanın bundan daha güzel tarifi olamaz.” Belki de en sevdiği eserinin yakılmasıyla muzdarip bir Yorgun Savaşçı’ydı. Düşünen bir kafaydı, namuslu bir fikir adamıydı.
Çektiği her film, bir hayalini paylaşmaktı.
Kim bilir daha ne hayalleri vardı?
Ki ölüm merhaba dedi…
Ergun Göze, Tercüman’da Ahmet Kabaklı’dan sonraki en milliyetçi kalemdi. Sonra ikisi de Türkiye gazetesine geçtiler. Peyami Safa, ekolünden gelmekteydi. Nazım Hikmet’e hasım, Necip Fazıl’a yakındı. ’70’lerde, ’80’lerde anarşi ve terör devrinde kelle koltukta, hayatını tehlikeye atarcasına militan solla mücadele etti. Zaman zaman çok şiddetli polemiklere girmekteydi. Kısa ve keskin yazardı. Son üç çeyreğin dokuma hatası nesiller oldukları için o devir öncülerindeki bazı eksiklikler, takip eden gençliği hep üzmüştür. Tesettürü algılama, eshabı kiramı firesiz kabullenme şartındaki kaçak gibi.
Af ve rahmet dileriz.
Bir nesil, gün gün eksiliyor.
Bu dünyanın kanunu böyledir.
Dolar ve boşalır.

.

——————————- KÖŞE YAZISI:


DÜŞÜNDÜKÇE

 

Yavuz Bülent Bâkiler
17 Ekim 2009 Cumartesi, Türkiye Gazetesi

 


Ergun Göze ağabeyim

 

Ergun Göze ağabeyim yok artık. Demek bir güzel yürek artık vurmuyor? Ve bir mübarek kalem artık yazmayacak. Artık kimse bana, onun “Yavuzcuğum!” hitabıyla seslenmeyecek.
 

O, benim sevgili Ergun ağabeyimdi. Elimin kalem tuttuğu yıllardan beri, imrenerek okuduğum güzel kalemlerden biriydi. Onunla aynı şehrin insanlarıydık. Aynı türküleri, aynı masalları, aynı destanları dinleyerek, aynı oyunları seyrederek, aynı oyunları oynayarak… büyümüştük. Bütün bu beraberlikler, benzerlikler içinde, bir ayrı tarafımız vardı. O, Sivas’ın eli kalemle güzelleşen, yiğit oğullarından biriydi. Kalemi, bazen bir kadife kumaşı yumuşaklığında idi, bazen de Köroğlu’nun gürzünden farksızdı. Konularının hâkimiydi. Neyin nasıl söyleneceğini çok iyi biliyordu. Sivas’ın, İstanbul basınında yazan kalemlerinin en seçkini oydu. Hepimizin “Ergun ağabeyi” idi. Yani, yaşça da, başça da bizim büyüğümüzdü.
Sivas’ın seçkin ailelerinden birine mensuptu. Ayrıca, o seçkin ailenin de en seçkin isimlerinden biriydi. Sivas’tan daha çok Türkiye’de seveni, okuyanı, alkışlayanı, dualarla okuyanı vardı.
Yüksek tahsil diplomasını, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden almıştı. Bana göre, Peyami Safa ve Necip Fazıl üniversitelerinden mezun olduğu için kalemi mübarekti. Bu bakımdan fikir çilesi çekenlerdendi. Ah o fikir çilesi! Ah o fikir çilesi! O da, Necip Fazıl gibi şöyle diyordu:
“Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş.
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki ateşte, cımbızda yokmuş.
Fikir çilesinden büyük işkence!”
Sanat ve edebiyat dünyamızda fikir çilesi çeken üç büyük kalemin dostuydu: Peyami Safa’yı, Necip Fazıl’ı ve Cemil Meriç’i çektikleri fikir çileleriyle bir araya getirerek yazmıştı. Bu bakımdan onun kalemi de, helâl süt emmiş aydınlık kalemlerden biriydi.
Yaşadığı müddetçe, kalemine hiç gölge düşürmedi. Değişik iktidarlarda, değişik gazetelerde, hep bir haysiyet örneği olarak yazıp durdu. Yazdığı gazetelerin en çok okunan kalemlerinden biri oldu.
Dünya, ne kadar garip tecellilerle dolu. Bir zamanlar, onun yazısını okumadan, başımı yastığa koymuyordum. Sonra bir gün onunla, aynı gazetenin önlü arkalı sayfalarında, birlikte yazmaya başladık. Onun güzel isminin tam arkasındaki sütunda, benim ismim ve resmim vardı. Bu bakımdan okuyuculardan biri, bir gün bana demişti ki: “Sırtını çok iyi bir dağa yaslamışsın. Sırtın artık yere gelmez!” Ah ne kadar yazık; sırtımı dayayacak dağım yıkıldı.
Şeyh Şamil’i çok seviyordu. Şeyh Şamil için bir senaryo veya bir roman yazmak istediğini bana söyleyip durmuştu. Geçen hafta Çeçenistan’a gitmiştim. Kendisine telefonla veda etmiştim. Ben Çeçenistan’da iken eşime telefon açarak beni sormuştu. Döndüğüm günün gecesinde beni tekrar aramıştı. İlk cümlesini hiç unutmayacağım: “Ah Yavuzcuğum, Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır kitabını ağlaya ağlaya okudum…” diyerek söze başlamıştı. Sonra uzun uzun Çeçenistan’ı ve Şeyh Şamil’i konuşmuştuk. O şimdi Şeyh Şamil’in yanında. Ben de burada onun yetimleri arasındayım…
.
.
.

——————————- KÖŞE YAZISI:


Amerika Mektubu

 

Ayşe G. Tunceroğlu

19 Ekim 2009 Pazartesi, Türkiye Gazetesi

 

Ergun Göze’nin ardından

 

 

 

 

 

Gençlere tavsiyemiz
Tercüman’ın üç esaslı köşesi vardı: Ahmet Kabaklı, Tarık Buğra, Ergun Göze.
Sabahları sıcak ekmekle birlikte masanın üzerine konan Tercüman’ın…
Üçüncü köşe de göçtü. “Köşebaşı” göçtü.
Garip bir şey oldu. Pazartesileri yazım yayımlandığı gün, bir sonraki hafta ne yazacağımı düşünürüm. Yazımı yazıp göndereceğim gün cuma akşamıdır, amma her pazartesi bu zihin hazırlığını yapar, cumaya kadar gündeme yeni ve önemli gördüğüm bir olay oturmazsa o düşündüğüm konuyu yazarım. Geçen pazartesi sabahı, “Sağlığında nice ehl-i hünerin bir tutam tuz bile yoktur aşına…” diye başlayan beyti mırıldandım ve dedim ki kendi kendime: “Neden ehl-i hüneri hep ölümlerinden sonra anıyoruz? Evet, bir tutam tuz sembolik bir ifade, öylesine bir maddî zaruret hele artık şimdilerde söz konusu olmasa bile, onların kadrini kıymetini hayattayken teslim etsek de dünya gözüyle memnun olmalarını sağlasak… Bu konuda bir şeyler yazayım.” Bunları düşünmüştüm ki, gazeteleri karıştırırken: “Ergun Göze vefat etti.”
İşte yine bir ehl-i hünerin ardına kaldık! Bir ehl-i irfanın, ehl-i dilin, ehl-i kelâmın, ehl-i kalemin…
Yine sağlığında hakkında bir şey yazmadığımız bir ehl-i hünerin ardından yazmak zorunda kalıyoruz.
Gerçi o sağlığında kadri kıymeti bilinmemiş biri değildi. Okuyucuları, dinleyicileri, onu hoca bilen talebeleri, dost halkası… Zaman zaman kırılmaları, darılmaları, hüsranları olduysa da… “Biz önce doğrunun tâlibiyiz” deyip yola çıkmıştı. Doğrunun tâlibi olanların yükü ağırdır. “Bugünün Kızılelma’sı Bâbiâli’dir” diyerek bir köşesinden Cağaloğlu’nun girdiğini yazar. O Kızılelma’da gönülleri ve zihinleri fethetme vazifesini hakkıyla yerine getirmiştir. Adı, yirminci asrın Müslüman-Türk dava adamları arasında anılacaktır.
Kendisini birkaç sene önce son gördüğüm yer de Bâbiâli’nin bir başka köşesi idi: Boğaziçi Yayınları. Odasında Sabite Tur Gülerman’ın CD’si çalıyordu.
Yirmi küsur sene önce Amerika’ya gelirken valizime koyduğum birkaç kitaptan biri üstâdın “Meşhurların Son Sözleri” isimli eseriydi. Üçüncü baskısı. Cüneyd-i Bağdâdî’nin ölürken söylediği son sözü oradan öğrenmiştim: “Bismillahirrahmanirrahim.” Kendisinin de o söz üzre, o iman ile göçtüğüne inanıyorum.
Son değildir, başlangıçtır. Ama ayrılık vardır ve acıdır.
Ailesine, sevenlerine, yakınlarına, sevgili Zeynep’e “Emir Allah’ın!” diyorum.
.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


3 yorum

  1. Bu adamın adını duyduğumda içimde nefretten başka bir duygu hasıl olmuyor. Rahim Er Ağabeyin yazısını son kısmında yazdıkları “Son üç çeyreğin dokuma hatası nesiller oldukları için o devir öncülerindeki bazı eksiklikler, takip eden gençliği hep üzmüştür. Tesettürü algılama, eshabı kiramı firesiz kabullenme şartındaki kaçak gibi.”
    Ve Ergün Göze’ye ait “Yaşasın Hatıralar” isimli zırva kitapta (http://books.google.com.tr/books? id=xHXW9I8Ftv0C&pg=PA250&lpg=PA250&dq=enver+%C3 %B6ren+erg%C3%BCn+g%C3% B6ze&source=bl&ots=4afqimZhkX&sig= bnN6_pn1MxDBTex3qMXGV558ZZ4&hl=tr&ei= wFTXSpnCB8_8_AbEvICVAQ&sa=X&oi=book_result&ct= result&resnum=4&ved=0CA4Q6AEwAw#v=onepage&q=&f= false) müziğin haram oluşuna karşı olması, Tam İlmihal için “safsata” demesi, büyüklerimize saygısızlıkları ayrıca Sabah Gazetesi’nde Türkiye Gazetesi aleyhine yazıları unutulacak meseleler değil.
    Muammer Abi sizi gerçekten seviyorum ama lütfen biraz dikkatli olalım.

    AHMED

  2. Neye dikkat etmek lazım ki ben şimdi anlamadım? Ya da kim daha dikkatli olmalı sözlerinde?
    Sizin anlattığınız durumların altı çizilmiş zaten nazik bir dille!

    [Size katılıyorum. İnsanlar hata yapabilirler, ama belki tövbe etmişlerdir. Ben de hata yaparım siz de yapmışsınızdır. Ama Müslümaan bilinen herkese hüsnüzan etmek esastır. Ömründe hiç bir iyi iş yapmamış olan biri sizin de sevdiğinizi anladığım gazeteme hizmet etmiş ise; benim için bir değil bin Fatiha’yı hak etmiştir… Hani, ayakkabı çalmak için mescide giren hırsız menkıbesini bilirsiniz, oradakilerle beraber cennete gider ya… Benim yukarıdaki satırlardan anladığım (Rahim beyin de üzüldüğümüzü söylediği) konuları, o şekilde yazdığı satırları tasvip etmek değildir. Hüsnüzan etmektir. Bu da bize lazımdır…]

    Özet olarak; buradaki maksat hayır dua istemektir ve amacına ulaşmıştır dilerim.
    Allahu teala af ve rahmet eylesin. Mekanları cennet olsun [onun ve inşallah hepimizin].

    GÖLÇİÇEĞİ

  3. Bir süre önce F.Nafiz Çamlıbel’e ait bir şiir okumuştum. Ki bu şiirin içinde küfre (yani sahibinin kafir olmasına) sebep olacak sözler vardı… Şiiri olduğu gibi kopyalayıp bilen bir büyüğümüze göndermiş ve; “Bu şiiri okuyunca ‘bu kişi kafir olmuş’ diyebilir miyiz efendim?” diye de sormuştum.
    “Tövbe etmiş olabilir, böyle söylemeye gerek yok.” demişti.

    Doğdukları, yaşadıkları, yetiştikleri dönemler karmaşık dönemler, hüsn-i zan ediyoruz bizler de…

    KARANFİL

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir