Domuzlar ve garipler
HIV virüsü vakalarına önce Maymun Gribi, sonra AIDS dediler. Hastalığın haber ve yankıları öyle bir tsunami dalgası halinde vurdu ki memleketimize; insanlar tir tir titremeye, rezil halde AIDS’ten ölürüm korkusuyla intihar etmeye başladı. Hatta bazı yayın organları özel dergiler basarak; kıyametin en büyük alametlerinden “dabbetül arz”ın işte bu olduğunu, ilan ettiler. Ünlü bir sapık, erkek, Amerikan oyuncuyu da bu hastalık bitirince; basınımız, en azından o dönemde benzeri ters ilişkileri reklâm etmekten vazgeçti! Ülkemizde ilk AIDS tanısı 1985’te konmuştu. 2009 başına kadar geçen 24 sene boyunca 3.300 HIV’liye rastlandı ve bunlardan sadece 696 AIDS vakası idi…
Ardından Rus Gribi, Çin gribi, Hong Kong gribi, Sidney gribi çıktı… Çok umursamadık, annelerimiz nanelimon kaynattı, ıhlamur içirdi, başımızı okşayıp dua etti, iyileştik…
Şovu büyütmeye karar verdiler: “Şarbon” dediler, “Şap” dediler, binlerce hayvanı yaktılar gavuristanda. Köylülerimiz şaşırdı; “e bildik bileli bunlar olurdu hayvanların ayaklarında, ne ki!” dediler. Sonra da: “Kim bilir hangi hinlik uğruna, hangi foyalarını gizlemek için telef ettiler bunca hayvanı” diye mırıldandılar.
Ardından kimselerin duymadığı “Deli dana” çıktı. Haberler değişikti bu defa: “Şimdi yersin, bir şey olmaz sanırsın, ama eğer yediğin kırmızı ette hastalık varsa yirmi seneye kadar seni öldürebilir” dediler…
Bu lafı çocuk dese çakarsın ağzına oturtursun, ama söyleyenler koca koca dünya sağlık kuruluşları, memleketin bakanlıkları. Bu arada bir de “İngiltere’de 150 insanın ölüm sebebinin deli dana olduğu” haberini duyurdular… İnsanlar doluya koydular almadı, boşa koydular dolmadı; “eh, yemeyelim bari” dediler, yutkunup önlerine baktılar. Hatta o sene büyükbaş hayvanlara hiç rağbet olmadığından, kurbanda kesmek için koç değil, koyun hatta keçi bile bulunamadı!.. Memleketimizde büyükbaş hayvan işi yapanlarınsa âhını kimse umursamadı!
Deli dana hastalığına yakalananımız olup olmadığı ise açıklanmadı, zaten bunu kimse beklemiyordu…
Ardından kuş gribi patladı. Hem de öyle bir patlayışla sarsıldık ki; güvercinleri var diye camilerin önünden geçmez, kuşlar tünemiştir diye ağaçların altında oturmaz olduk! Martılara düşman, kümes hayvanlarına katil gözüyle bakmaya başladık… Ekranlarda, sümükleri akan, gagası yere değen birkaç hasta tavuk görüntüsü dönüp durdu aylarca. İnsanlar yumurta yemez oldu. Sonunda, zorlamalara dayanamayan köylüler; yemleneceğini sanıp sevinerek yanlarına gelen gül ibikli horozlarını, çilli tavuklarını yakaladılar, canlı canlı kireç kuyularına doldurdular veya üzerlerine benzin dökerek yaktılar ve kıydıkları can başına üç beş lira para aldılar!..
Çoluk çocuk bu “vahşet” görüntüleriyle yattı kalktı da; 2003, 2004, 2005, 2006, 2007 ve 2008 yılları arasında, kuş gribinden toplam kaç can kaybetmişiz hiç soranınız, bileniniz var mı?..
Dört!.. Evet 4… D, ö, r, t… Onların da gerçekten kuş gribi mi yoksa insanların kendi pis’liğinden, dikkatsizliğinden mi kaynaklandığı tartışıldı durdu.
Halbuki geçenlerde, içinde dört kişi olan bir otomobilin üzerine geyik (bildiğin geyik) düştü, ama bir daha hiçbir arabanın üzerine geyik düşmesin diye tedbir alınmadı. Son 6-7 yılda kuş gribi için harcanan zaman, emek ve paranın trilyonda biri bile harcanmadı… Geyikler, kuşlar bir yana; düğünlerde eğlenen magandalarımızın avladığı, balkonlardan bakan çocuk sayısı bile her yıl başına 4’ten fazlaydı…
Ne magandaların parmaklarına iğne batırıldı, ne de düğün seyreden çocuklara çelik yelek ve miğfer giydirildi!
Halbuki bizim evin balkonunda (muhtemelen çaylak yavrusuydu) bulmuştuk, yemek verip su içirerek birkaç gün yaşatmaya çalışmıştık. Sonunda öldü hayvan. Ama bunu duyan doktorumuz; “riske giremem” diyerek, kuşu elleyen herkese bir hafta boyunca (çok da pahalı) bir ilaç kullandırmıştı…
İşte o ilaçları, koruyucu aşıları üreten, pazarlayan birileri var… Suya atılan dalgalar gibi, facia haberlerinin dünya yüzeyinde yayılmasını sağlayanlar var. Bu büyük güç karşısında hiçbir sağlık bakanı, hiçbir iktidar duramaz… Çünkü en olmadık yerde hastalığı hortlatırlar, bu güç ellerinde var!
(Parantez içinde not edeyim: Hastalık çıktıktan sonra bu güne kadar ölen (6 senede dünya toplamı) 245 kişinin yarısı Endonezya’da 112… Kalanın yarısı da uzak doğuda (Çin 20, Tayland 17, Vietnam 52) idi. Kendi adıma (çoğu zaten leş yiyen) o insanların gerçek ölüm sebeplerinin kuş gribi olduğuna inanmıyorum!..
Şimdilerde Domuz Gribi çıktı… Grip mikrobu şekil değiştirir, bunu herkes biliyor. Ama insanlar gene sonuna kadar korkutuluyor! Her sene elbette ateşlenen, nezle olan, gribe yakalanan binlerce insan bu günlerde akın akın hastanelere koşuyor.
Sonuçta ne olacak?
Cevap: Daha üretim aşamasında, yeryüzünde ne kadar (hayat kurtaracağı değil) aşı satılacağı çoktan planlanmış! Alacağız, yaptıracağız, kurtulacağız!
Biliyoruz ki bir gün öleceğiz; ha aşıdan, ha gripten…
İstediğimiz sadece, bu kadar korkutulmamak!.. Bir kere hastalıktan ölmek yerine, bin kere korkudan öldürülmemek!..
İnsanlar; her yıl nüfus başı bir aidat ödemeye bile razıdır: Hem hastalıkların hem aşılarının kendilerinden uzak tutulması şartıyla!
Çünkü iş çığırından çıktı; sağlık senaristleri işi artık küresel soygun boyutuna taşıdı!
İstatistiklere bakın. İnsanların ölüm sebeplerini araştırın. Bahsettiğim rakamlar; hapşırırken ölen kişi sayısından, tuvalette ıkınırken ölen kişi sayısından, teknede giderken üzerine balık atladığı için ölen kişi sayısından daha çok değildir!
Biraz da kendi istatistiklerinizi kendimiz tutalım.
Her salgın haberinde korkudan ölmeyelim; ecelimizin geleceği zamana kadar sabredelim!
Muammer Erkul
————————————-KÖŞE YAZISI
Nuh Albayrak,
Türkiye Gazetesi Genel Yayın Müdürü
Domuz gribi değil, kirli bilgi tehlikeli
Sağlık Bakanı Recep Akdağ dün medya yöneticileri ile bir araya gelerek Domuz Gribi ile ilgili son bilgileri paylaştı ve bu salgını en az hasarla atlatabilmek için bir konuda yardım istedi.
Önce salgınla ilgili son bilgileri paylaşalım:
“Aylardır ‘kapıda’ diyorduk ama artık içeri girdi ve (farklı hız ve yoğunluklarda olsa da) bütün Türkiye’de yayılıyor. Hastanelere başvuran ‘grip’ vakalarının neredeyse tamamına yakını H1N1 kaynaklı…”
Bu tespitlere bakılırsa durum oldukça “vahim” görünüyor.
Aslında değil…
Çünkü Türkiye, ekonomik krizde olduğu gibi bu süreci gayet güzel yönetiyor.
Sağlık Bakanlığı aldığı yoğun tedbirlerle salgının Türkiye’ye girişini birkaç ay geciktirmeyi başarmış. “Birkaç ay önce gelseydi n’olacaktı ki…” demeyin. Bu çok önemli. Zira böylece hem insan hareketlerinin uluslararası ve ulusal bazda çok hızlı seyrettiği yaz mevsimi kurtarılmış oldu, hem de salgına hazırlık imkanı bulundu. Nitekim, Sağlık Bakanlığı, en değerli hocaları bir araya getirerek birim kurulları oluşturmuş, bütün illerde kriz yönetim merkezi kurmuş.
Yine bu geciktirmenin sayesinde yeterli miktarda aşı temini sağlanmış.
Şimdi, tedbirler alınmış, bütün Türkiye’de vaka yakından izleniyor ve gereken noktalarda müdahale ediliyor. Endişe edecek bir durum yok gibi…
GÖLGE ETMEYİN…
Aslında var…
Çünkü biz, gelişmeleri birtakım varsayımlara bağlamayı çok severiz ya.
Hiçbir ehliyeti olmayan birkaç kişinin bazı basın organlarında ortaya attığı dedikodular yüzünden vatandaşlarımız aşı yaptırmaya yanaşmıyormuş.
İşte bu noktada sayın bakan, “Gecesini gündüzüne katarak, sağlığını tehlikeye atarak çalışan sağlık ordusunun aldığı ve alınmakta olan bütün tedbirlerin gayesine ulaşması tamamen size bağlı” diyerek medya yöneticilerine büyük bir mesuliyet yükledi.
Ve ekledi: “Kıyamet ve kâbus senaryoları çizerek, okulların önünde pusu kurarak, domuz gribi virüsü taşıyanları afişe ederek hiçbir katkı sağlayamayız.”
YİNE İLKELİ YAYINCILIK
Sayın bakanı dinlerken problemin yine ilkeli bir yayın politikası izleme veya izleyememe noktasında düğümlendiğini düşündüm.
Biz yıllardır masaya gelen her haberin ve sunuş biçimimizin bu ülkeye, milletimize hatta bütün insanlığa ne kazandırıp ne kaybettireceğini tartıyor ve çıkan sonuca göre karar veriyoruz.
Çünkü yaptığımız işin ne kadar büyük bir sorumluluk gerektirdiğinin farkındayız.
Sadece tiraj ve reyting amaçlı sorumsuz ve asılsız yayınların insanlara domuz gribinden çok daha fazla zarar verdiğini biliyoruz.
Zira, “Dedikodu kanser gibidir…”
24 Ekim 2009 Cumartesi
————————————- RÖPORTAJ
Nuriye Akman
Zaman Gazetesi
`Önce hastalığı sonra ilacı pazarlıyorlar`
—————–
Televizyon, araba, elbise veya cep telefonu gibi ürünlerin markalaştırılarak, insanların bunlara sahip oldukları takdirde mutlu olacağına dönük pazarlama tekniklerine aşinayız. Ancak uydurma hastalıklar üzerinden ilaçları markalaştıran ilaç tröstlerinin sömürülerinden pek haberdar değildik.
—————–
Avustralyalı Ray Moynihan ve Kanadalı Alan Cassels tarafından yazılan Satılık Hastalıklar kitabı işte tam bu konuyu işliyor. Nuriye Akman`ın, kitabın çevirisine önsöz yazan Yard. Doç. Erol Ergüler ile yaptığı röportaj, bu zamana kadar üzerine gidilmemiş bu tıp skandalını değişik boyutları ile irdeliyor. Dr. Ergüler, 500 milyar dolarlık sağlık sektöründe dönen dolapları, insanların nasıl hastalık hastası haline getirildiğini, dikkat eksikliği sendromu, kemik erimesi, yüksek kolesterol gibi verilerin nasıl gerçekliğinden kopartılarak uydurma hastalıklar haline getirildiğini anlatıyor. Reçetelere ilaç markalarının yazılmasının çok büyük hata olduğunu kaydeden Ergüler, İngiltere`deki gibi doktorların jenerik ilaç ismini yazması gerektiğini ifade ediyor.
*
Bayramda bir kitap okudum, beni altüst etti. Adı: Satılık Hastalıklar. Avustralyalı Ray Moynihan ve Kanadalı Alan Cassels tarafından yazılmış, Hayy Kitap basmış. Büyük ilaç tröstlerinin sağlıklı insanlara ilaç satmak üzere geliştirdikleri pazarlama taktiklerini, doktorlara yönelik manipülasyonları, tıp kongrelerinin, sağlık otoritesi kabul edilen kurumların ilaç üreticileriyle çıkar ilişkilerini, kolesterol, yüksek tansiyon gibi bazı risk faktörlerinin başlı başına birer hastalık olarak markalaştırıldığını, bunun dışında yepyeni hastalıklar `icat` edildiğini, vücudun doğal süreçlerinin medya marifetiyle derhal ilaç kullanılması gereken durumlar olarak kodlanıp korku tellallığı yapıldığını, ilaçların yan etkilerinin gizlendiğini, ilaçlara bağlı ölümler nedeniyle devam eden davaları… Daha neleri neleri… 500 milyar dolarlık cirosuyla dünyanın üçüncü en büyük sektöründe dönen dolaplar tabii ki bir söyleşiyle anlaşılmaz. Ama ben kendi payıma düşeni yapmak istedim. Kitaba önsöz yazan Yard. Doç Dr. Erol Ergüler`le konuşmak üzere Marmara Nükleer Tıp Grubu`nun Nişantaşı`ndaki ofisine gittim. Kitapta konu; yüksek tansiyon, depresyon, yüksek kolesterol, menopoz, sosyal anksiyete, dikkat eksikliği sendromu, osteoporoz, irritabl bağırsak sendromu, regl öncesi disforik bozukluk rahatsızlıkları çerçevesinde anlatılıyor. Bence herkesin okuması gereken bir kitap. Dr. Ergüler`in önsöz yazısında belirttiği gibi umarım ortak bilinç denizinde pozitif dalgalanmalar yaratır. Özellikle kolesterol düşürdüğü iddia edilen bazı gıda reklamlarının yasaklanmasına rağmen hala televizyon kanallarında döndüğü şu günlerde…
*
Satılık Hastalıklar`ı okuyuncaya kadar `hastalık markalaştırma sanatı` diye bir sanattan, ilaç üretiminin çoğunlukla sağlıklı insanları avlamaya yönelik olduğundan haberdar değildim. Sağlıklı ile hasta olanı ayıran sınır ne kadar geniş çizilirse potansiyel hasta pazarı da o kadar büyük oluyormuş meğer…
*
Hastalık nedir, ilaç nedir? Onun tarifini yapmazsak konu tam olarak algılanmaz. Hastalık hali insanın doğal yaşantısında olmayan, patolojik diye nitelendirdiğimiz, günlük hareketleri, sosyal ilişkileri, fiziksel ve mental durumunu olumsuz yönde değiştirici bir haldir. Normalde bunları değiştirmeyen bir duruma hastalık adını veremezsin. Modern tıpta hastalık halinin tespiti çoğunlukla kimyasal testlerle yapıldığı için bazı rakamsal sınırlamaları, bu testleri yapan cihazları geliştiren, bu testlerde kullanılan malzemeleri üretenler koyuyor.
*
Benim kolesterol ve hormon seviyemin normal mi anormal mi olduğunu tıbbi cihaz ve ilaç üreticisi belirliyorsa, satışlarını artırmak için hastalık tellallığı yapması da çok kolay o zaman.
*
Kolesterol bizim olmazsa olmazımız, bizim kendi yakıtımızdır. Ama bu düşük olunca da, yüksek seviyeye çıkınca da bazı riskleri içerir. Kolesterol düzeyi biraz yükselmiş olan insan, aynı zamanda sigara içiyorsa, hareketsizse, günlük jimnastiğini yapmıyorsa, aynı zamanda bu kişi beslenmeyi bilmiyorsa riskler artar. Bütün bunları aynı zamanda yapabilmek gerekiyor. Yani kardeşim sen yürüyüşünü yaptın mı, beslenme düzenini buna göre koydun mu, sigaranı bıraktın mı? Ha bundan sonra da şu ilacını da kullandın mı? Bu insanı sadece ilaca para verebilecek biri gibi görüp, diğer destekleri koymazsanız o zaman işte art niyetli baktığınız ortaya çıkar. Siz kolesterol seviyesinin normalden düşük olmasının zararı hakkında bir şey duydunuz mu?
*
Onu duymadım; ama Türkiye`de `ilaç reklamı serbest olsun` diye derin kulisler yapanları duydum…
*
Asıl sorun bu işte. Bazı ülkelerde çok rahatlıkla ilaç reklamı yapılabiliyor. Doktorun hiçbir tavsiyesi olmadan sadece ilaç firmasının `Nuriye Hanım bu ilacı kullanırsanız, günlük yaşantınızdaki şu şu olumsuz belirtiler yok olacaktır. Bu ilacı alın siz` şeklinde, doktoru bile by-pass ederek ilaç reklamı yapan ülkeler var. Türkiye`nin bu konuda duyarlı olması; ilacın, hastalık teşhisini koyan hekim tarafından yazılması lazım. Üstelik marka olarak da değil jenerik ilaç olarak, yani etken maddesinin belirtilmesi, yazılması lazım. Bazı global şirketler, Türkiye`de ilaçlar reçetesiz olarak marketlerde ya da internetten satılsın diyor. Ben işte falanca kişiye distribütörlük vereceğim. O da bir web sitesi kursun. Evde o da satsın diyorlar. Bir bu yönden dayatma var; bir de reçeteye ilacın marka adını yazmayın, sadece jenerik ilaç yazın diyenler var. Burada kim kazanacak ya da kimin etkisi altına girileceği sorusuna cevap vermek lazım. İlaç firmaları, fütursuzca reklam yapabiliyorsa hastalığın sınırlarının çizilmesinde otorite haline gelmiş demektir. Türkiye`de hiç değilse reklama izin verilmemesi gerekiyor.
*
Reklamın yanı sıra başka manipülasyonları da anlatıyor kitap. Hem de belgeleriyle. Doktorların bu ilaçlara yönlendirilmesi, bilimsel konferans adı altında uygulanan pazarlama teknikleri, otorite saydığınız sağlık örgütlerinde çalışan üst düzey insanların aynı zamanda ilaç firmalarından maaş almaları, falanca ilaç şirketinin bilmem ne hastalığı vakfına sponsor olması, şöhretlerin bir araç olarak kullanılması…
*
Tabii kitapta bunları dehşet içinde okuyorsunuz. Bu kitap yapılan korku tellallığını, dönen dolapları son derece belgeli şekilde vermiş.
*
Bir risk faktörünün apayrı bir hastalık olarak nasıl kodlandığını merak edenler mutlaka okumalı.
*
Test malzemeleri ve ilacın bir üretildiği yer var, bir de hastalık için teşhis konulan yer var. Maddeyi siz ya da ben üretmediğimize göre o referans aralıklarını, o normal- anormal rakamlarını belirleyen, hastalık çizgisini değiştirebilecek kişiler bunun üretim sorumluları. Siz diyelim bir kolesterol seviyesini ölçüyorsunuz. Diyorsunuz ki Nuriye Hanım`ın kolesterol seviyesi şu noktadan sonraya gittiği takdirde kalp krizine yol açabilir, şu ilacı beş sene içerseniz bu riskten kurtulursunuz.
*
Ve içmeye ikna etmek için de ayrı teknikler kullanılıyor…
*
Mesela yüz kişiyi alıyor karşısına, diyor ki, `Üç tane ilacım var. Bunları 5 sene kullanırsanız, birinci ilaç sizi yüzde 33 oranında kalp krizinden kurtaracak. İkincisi kalp krizi geçirme riskinizi yüzde 3`ten yüzde 2`ye indirecek. Diğer ilaç da aranızdan sadece birinin krizini önleyecek. Hangi ilacı alırsınız?` diye sorulduğunda herkes birinci ilacı tercih ediyor. İkna metodu belirleniyor ve reklam da buna göre yapılıyor.
*
Aslında üçü de aynı şey. Sonuçta kriz geçirme riski sadece yüzde 1 puan aşağı çekiliyor.
*
Evet. Dolayısıyla bu reklamın bile, bilimsel anlamda sunulan ilacın bile, etkisinin çok büyük etik kurallar tarafından incelenip, doğrusunun verilmesi gerekiyor. Jenerik adı yazılmıyor ilaçların. Marka olarak yazılıyor bizde. Mesela aspirinin jenerik adı asetik salisilik asittir. Yirmi firma da asetik saliktik asit üretir. Hepsinin marka adı farklıdır. İngiltere`de doktor jenerik ilacı yazar reçeteye, ilacın markasını yazmaz. Hasta gittiğinde sağlık kurumundan bununla ilgili uygun ilacı alır. Ama aynı jenerik madde fahiş farklı fiyatlara satıldığı için manipülasyonlar çok olur.
*
Ve biz aynı etkinliğe sahip olan bir ilacı 1 liraya alma imkanımız varken 10 lira öderiz.
*
O bir liralık ilacı satmak için bir grup oluşmuş, on liralık ilacı satmak için de başka bir grup oluşmuştur. Bunların her biri bizim ilacımızı kullansınlar diye kendine göre farklı bir tanıtım zincirine girerek farklı bir çekim alanı oluşturmaya çalışacaklardır. Buna müsaade ettiğiniz zaman, her ülkedeki yasalar ölçüsünde o gruplar o pistte danslarını şekilleyecekler. Biri tango yapacak, biri vals yapacak, diğeri harmandalı oynayacaktır.
*
Doktorların ikna sürecinde, eşleriyle birlikte dünya seyahatleri, beş yıldızlı otellerde ilaç tanıtımları yapılacaktır mesela…
*
Bir bilimsel kongrenin düzenlemesinde kimler sponsor olur noktasına geldiğinizde giriniz internet sitelerine hepsinin ilaç devleri olduğunu görürsünüz. Kongrelerin yüksek kayıt ücretleri vardır. Hekimlerin maaşlarına kadar varan! Durumu böylece kabullenir, bir hekimin eşiyle birlikte yılda birkaç kongreye katılımını gerekli görürsek, biz de o manipülasyonun parçası olmuşuzdur. Tabipler Birliği`nin önerisi; bilimsel toplantılarda hiçbir zaman sektördeki ilaç ve cihaz firmaları sponsor olarak kabul edilmez. Her kuruluş, her dernek kendi yağıyla kavrularak bu organizasyonları yapmak durumundadır. Kongre ücretleri makul seviyede olmalıdır. Bilimsel toplantıda lüks eğlence neden olsun? Ama pratikte böyle olmuyor. Tabipler Birliği`nin önerisi duymazlıktan geliniyor. Çünkü yasal olarak ellerinde güç yok. Etik olarak kuralları belirliyor. Uyan uysun diyor. Yetkisi az. Kurumsal yaptırımlar söz konusu değil. Tavsiye niteliğinde olduğu için tabip odaları bu konuda daha öteye gidemiyor.
*
Yaşlılar için kemik erimesi bir hastalık değildir
*
Gelelim yaşlı kadınların kemik vücut değerlerinin otuz yaş kadınına göre kıyaslanıp, durumlarının hastalık addedilmesine. Yaşlıların kemik erimesi tehlikesine karşı ilaç alması fikri beynimize bir kez yerleşirse pazarın ne kadar büyüyebileceğini düşünebiliyor musunuz? Buna Türkiye`nin bütçesi yeter mi?
*
Yetmez tabii. Emekliler böyle bir pazarın zaten oluşmuş olduğunu bilmiyor mu? Kabul günlerinde bile benim kemik erimem için, kolesterolüm için, romatizmam, tansiyonum için ilacım şu kadar kaldı. Haftaya doktora vitaminlerle beraber yazdıracağım demiyorlar mı?
*
Kemik dansitometresi kemik erimesini direkt olarak göstermez. İdrarda ve kanda bazı maddeler de ölçülür. Bunlara göre kemik erimesinin miktarı uzman muayenesiyle tayin edilir. Bu yapılmadan sadece kemik dansitometresine göre bir sonuca ulaşılmamalı. Kemik dansitometresi bir ülkede yapılır, değişik ülkelere satılır. Kemik yoğunluğu her ırkta ve bölgede farklı değerlerde olur, normali bölgelere göre değişebilir. Tek bir normal değer ortaya koyarsanız ve bu ölçüyü dar tutarsanız etrafınızdaki çoğu insana kemik erimesi hastalığı etiketi yapıştırılır. Zaten yaşlılıkta kemik yoğunluğu azalmak zorunda.
*
Kemik erimesi aslında yaşlıyı hafifleştirerek hayatını mı kolaylaştırıyor yani?..
*
Yaşlı bir insanın hafif olması lazım. Yaşlı bir insan ağır olursa zaten doğal olarak hareket kabiliyeti zorlanır. Kırık riski yüksek kişiler ilaç kullanmalı, kemiğim güçlensin diye herkes kullanmamalı. Kalsiyumun azlığı nasıl bir hastalıksa, fazlalığı da aynı şekilde bir hastalık. Doğal bir döngüdür kemik erimesi, bir hastalık değildir. Kemiğin kırılacak noktaya kadar gelmesi kötü beslenme ile de ilgili.
*
Birçok insan kalsiyum hapları peşinde koşuyor.
*
Kalsiyum hapları peşinde koşuyorsun da senin yediğin peynir, yoğurt, süte ne oldu? Onlar üvey evlat değil. Üvey kalsiyum diye bir şey yok. Burada işte büyük kitlelere empozeler, insan sağlığına uygun olmayan bilinçsiz reklamlar, tanıtımlar, yönlendirmeler… Yasal boşluklar var. Tabipler Birliği`nin sözü dinlense ya da jenerik ilaç yazılsa bunları tartışmamıza belki gerek kalmayacak. Ama böyle boşluklar olduğu zaman herkes kendi senaryosunu yazıp kendi filmini çekiyor. O nedenle kemik erimesini önleyici ilaçları, gerçekten, patolojik olarak kemik erimesi olan kişilerin kullanması gerekir. Hasta olup olmadığını bilmeden, sadece benim yaşım geldi, menopoza girdim, kemik erimem başlamıştır, ben bu ilaca mahkumum şeklinde bir düşünce oluşuyorsa kişi büyük yanılgıdadır.
*
EROL ERGÜLER
1983`te Cerrahpaşa Tıp Fakültesi`nden mezun oldu. Nükleer tıp ihtisası yaptı. Halen radyonüklid teşhis ve tedaviler konusunda faaliyet gösteren Dr. Ergüler, yaklaşık 10 yıldır tamamlayıcı doğal tıp konularında (ayurvedik tedavi, meditasyon, bitkisel tedavi, hipnoterapi gibi) çalışmalarını sürdürüyor. Türkiye Nükleer Tıp Derneği, Avrupa Nükleer Tıp Derneği, Tıbbi Hipnoz Derneği üyesidir.
(Nuriye Akman 2006-10-29 Zaman)
.
Bir arkadaşımızın dört yaşlarında bir kızı var. Adı; Dilara… Kreşe gidiyor. Kreşte bahsetmişler herhalde, akşam eve gelince anne babasının yanına gidip, gözlerini aça aça demiş ki:
“Biliyo musunuz, buralara gripli domuzlar gelmişler, dikkat edecekmişiz. Yaa!..
Bugünlerdeki olaylara bundan daha güzel bir yorum getirilemezdi herhalde…
Hastalıklarla ilgili gündem oluşturulmaya çalışıldığında hep aklıma ‘kollesterol’ hastalığı gelir.
Bundan on yıl kadar önce kimsenin pek haberi olmayan bu hastalık hayat memat meselesine çevrildi. Halbuki kollesterol hep vardı, var olacaktır ve sağlıklı bir yaşlanma için vücutta bulunması gerektiğini profesörler söylemektedir…
Peki nasıl oldu da kollestrol birden tavan yaptı?..
Gündemi de anlamamızı sağlayan cevap şudur:
İlaç şirketlerinden bir tanesi, pirinç mayasından bir ilaç üretiyor.
Ne işe yarayabilir? diyerekten araştırırlarken bir de bakıyorlar ki; kollestrolü düşürüyor!..
Ondan sonrası malum; kollestrol aşağı, kollesterol yukarı…
Şimdi gel de işkillenme “gripli domuz”lardan!..
SÜLEYMAN
Medyamız, ufacık bir meselede lüzumsuz yere etekleri tutuşan telaşlı kadınlara benziyor aynen!
Özellikle kuş gribi sebebiyle olan (olduğu söylenen) can kaybının bu kadar bilmiyordum ve hayret ettim…
Bu haber anlayışı nerden geliyor? Daha mühim işlerle uğraşmayalım diye mi yapılıyor bu abartılı haberler acaba?
KARANFİL
Şu anda piyasadaki gazetelerin herbirinde sizin gibi düşünen ikişer yazar olsa bu domuzların gribi bu kadar yaygara olmazdı, daha sakin başedilmeye çalışılırdı ve küçücük çocukların gözleri dehşetle bakmazdı…
GÜLİSTAN
Bu konuyu düşündükçe ‘Medyanın ya da başkalarının oyuncağı mıyız?’ sorusu takılıyor aklıma. Bence onlar bizim böyle telaşlandığımızı görünce ellerine mısırları alıp bizi izliyorlar hem de gülerek.
Üç-beş kuruşluk kâr için değer mi garip insanları bu kadar korkutmaya?
İnsaf yahu…
E.SABAH
İlaçlar ve hastalıklar üzerindeki oyunları görmemiz için Nuriye Akman’ın Yard.Doç.Erol Ergüler ile Kolesterol üzerine yaptığı röportajı okumanızı tavsiye ederim.
…
(Tavsiyeniz üzerine röportajı yukarıya, yazının altına kopyaladık. SİTE)
Kuş gribi bahanesiyle canlı canlı yakılan kümes hayvanlarını unutamayanlardan biri de babaannem. Şimdiki domuz giribi şayiası hakkındaki yorumu ise şöyle:
“Kızım grip zaten vardı. Bu sene de adının başına kendi adlarını taktılar!”