Seyyah-ı fakir Muammer Çelebi Yeraltında bir saray; Yerebatan sarnıcı -I- [16 Eylül 2007 Pazar]

Gezgin olsanız… Esrarengiz hadiselerle dolu şehirlerden birine gitseniz…
“Buradaki bazı insanlar evlerinden dışarı çıkmadan açlık ve susuzluğunu gideriyor” deseler, inanır mısınız?
Bence inanmaz ve “görmek istiyorum” dersiniz… Kılavuzunuza ısrar eder ve o bölgedeki evlerden birinin kapısını çalıp “Hak misafiri geldi, kabul eder misiniz?” diye sorarsınız…
Kapıyı fakir bir adamcağız açar. “Misafir geldi hanııım” diye seslenir. Sonra içeri alınırsınız. Sade bir ahşap evdir içine girdiğiniz. Zemin kattaki tahta sininin başına oturtulursunuz. Açlığınızı susuzluğunuzu soran ev sahibine; “suyu yemeğin arasında içeriz” dersiniz… O zaman adamcağız sininin altındaki örtüyü kaldırır, ortaya çıkan delikten bir küçük bakraç salıp su çeker ve testiye dökerken; “hele bir serin su için de yemeğin arasında tekrar içersiniz” der… Hemen ardından “ya nasip” diyerek bir olta salar aynı delikten… Az sonra iri iri balıklar çekilmiştir yukarı ve ev sahibi pişirilmek üzere mutfağa götürür bunları…

1550’den önceki beş-altı senesini Doğu Roma (son asırda konan ismiyle Bizans) kalıntılarını araştırmaya harcamış olan bir Hollandalı, İstanbul’da, aynen bu anlattıklarıma benzeyen bir hikâye yaşamış… Duyduklarına inanası gelmemiş Gyllius’un ama işin peşini bırakmamış. Sonunda bu evlerden birinde bulduğu taş basamaklarla mahallenin altına inmeyi başarmış. Muhteşem bir sarnıç çıkmış karşısına… Elinde meşaleler ve altında uyduruk bir sandalla, karanlığın içindeki direkleri sayıp ölçüler almış…
Bunları seyahatnamesine yazınca, anlattıkları bütün Avrupa’da yankılanmış haliyle ve Yerebatan’ın meraklısı çoğalmış…

Doğup büyüdüğü mahallesinin altında 70’e 140 metre, yaklaşık 10 dönüm boşluk ve 100.000 (yüz bin) ton su olduğunu bilmek garip bir duygu, değil mi?.. Yine de halk “saray” demiş; 28’li 12 sıra halinde dikilmiş, 9’ar metrelik 336 sütunu bulunan sarnıca…
İstanbul’un fethinden sonra da kullanılmış sarnıç, ama çok değil. Sarayın bahçesini, çiçekleri filan sulamışlar bir süre. Fakat Osmanlı sevmiyor haliyle öyle durgun suları; şehre gürül gürül akan taze sular getirmişler. Taksim merkezleri, su terazileri kurup, nüfusuna göre her eve (lüle, parmak vs hesabı) taze sular akıtmışlar. Yani Osmanlı tam bir su medeniyeti…
Hal böyle olunca kimin aklına gelir ki sarnıç marnıç? Yıllar geçmiş üzerinden, yollar geçmiş… Eskiyen evlerin yerine yenileri inşa edilmiş; dedeler ahireti, bebeler torunlarını görmüş. Yerebatan (Bazilika) sarnıcı yüz sene kadar unutulmuş zamanın içinde…
(Devamı perşembe günü)

Stop
Muammer Erkul
16 Eylül 2007 Pazar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir