Geçtiğimiz kış… Bir akraba ziyaretine gitmiştim. Salona girdiğimde baktım ki bir delikanlı sanki şimdi kalkıp gidecek gibi, sırtındaki anorağıyla oturuyor… Görür görmez, beni de konuya aldılar. Meğer delikanlı boksörmüş. Kendisine sponsor arıyormuş. Spor malzemeleri satan bir mağazaları olduğu için, buraya da gelmiş; “acaba destek olurlar mı” diye…
Gençler İstanbul şampiyonluğu sahibi, 18 yaşında, güzel bir yüzü var, sakin, boyu 1.65 filan, kilosu ise ağır… Ağır mı? Şaşırdım… Tıknaz ama şişman gözükmüyor. Demek ki üstünden çıkarmadığı kıyafeti kasla dolu… Bu kadarcık beden nasıl yüz kilodan fazla çeker, diye düşünüp bakarken, anladım ki; kendini hafife aldığımı sandı. İyi boksör olduğunu, herkese rakip olabileceğini söyledi… Buna da şaşırdım. O an hatırama gelen tek isim olduğu için;
“Sinan Şamil Sam?” Dedim… O zaman gülümsedi; mahcup, şirin, çocukça. Ve sustu… İfadesi ve tavırları da Sinan Şamil’i andırıyordu zaten…
Evine uzak bir semte gidip konfeksiyonda çalışıyormuş. Çünkü orada arkadaşları varmış. Lisansının ve kimliğinin fotokopilerini bıraktı bana; sponsor aramada kendisine yardımcı olmam için. İhtiyacı olan ise; ithal vitaminler, eritilip içilen proteinler ve sair giderler için, ayda bin lira…
Öyle veya böyle, ama kendisine “şampiyon” denmiş bir sporcu şu karşımdaki… Derin ve karışık duygular içine giriyor insan!
Aylarca gömlek cebimde dolaştı o fotokopiler, ama bir sonuç alamadım… Sonra da bu çocuğun bendeki “ümidi”, sanırım çamaşır makinesinde yıkandı, eriyip gitti!
Boks, ülkemizde yeniden yükselen heyecan; hem de eski dalgayı geçecek gibi…
İşte; günlerce önceden tarih beklemeye başlıyor insanlar, birbirlerine maçın saatini hatırlatıyor ve sabahları şişmiş gözlerle gece izledikleri müsabakaları anlatıyorlar arkadaşlarına…
Ben de ekran başındaydım; ülkemizde yapılan ilk uluslararası organizasyonu izlemek için. Hem de akşamın yedi buçuğundan bir buçuğa kadar, aralıksız altı saat… O gece biliyorum ki; pek çok kadının izlediği diziye rest çekildi, çok kişi her uyuduğunda yeniden uyandırıldı…
Yakın zamana kadar aynı binada çalıştığımız Bilgehan Demir de; çatallaşmış sesiyle ve heyecan içinde müsabakaları anlatıyor, bazen dili dolaşarak büyük bir meslek sınavı veriyordu… Anlamlı galibiyetler aldık, zevkli karşılaşmalar izledik ama hepimizin beklediği gecenin finali bizim için iyi olmadı: Henüz ikinci rauntta sol elmacık kemiğinin, gözünün altına gelen kısmı açılan ve kanı durmayan Sinan, maç sonuna kadar direndi ama karşılaşmayı sayı ile kaybetti… İçten ve dıştan yirmi sekiz dikiş atılmış gözüne. Tamamen kapanan gözü son rauntlarda artık hiç görmüyormuş…
Bu ülkede otuz sene kadar önce de benzer duygular yaşanıyordu…
Gece yarısından sonraya saatler kuruluyor, bizler anne ve babalarımıza ısrarla tembih ediyorduk; uyandırılmak için… Sonunda, televizyonu olan hemen her evin ışıkları yanıyor… Sanki sahura kalkmış insanlarınkini andıran bir heyecan içinde; Müslüman olmuş ve dünyaya kafa tutan bu güzel siyah adamın seyircisi ve duacısı olunuyordu…
“Kelebek gibi uçar, arı gibi sokarım” diyordu rakiplerine o ve haykırıyordu kameralara: “En büyük benim, en büyük Muhammed Ali, artık bunu öğrenin…”
Bizim gazetelerde de birkaç ay öncesinden yazılıp çizilmeye başlanıyordu müsabaka. Üç beş ay da sonucu tartışılıyordu maçın… Sanırım yılaşırı bir sonraki dövüş geliyordu… Ken Norton, George Foreman, Fraizer aklımda kalan isimler. Böyle mi yazılıyordu isimleri bilmiyorum, hangisiyle kaç kere dövüşmüştü hatırlamıyorum. Benim hatırladığım; Sultanahmet Meydanı…
O zamanların Türkiye’si, siyasî akımların yedeğinde giden bir garip ülke. Önce ikiye bölünmüş; bir kısmı ortanın solunu barındıran CHP… Ortanın sağı ise üçe dilinmiş. En büyük parça Adalet Partisi; onunla birlikte “Milliyetçiyiz” diyen Hareket Partisi ve “Dindarız” diyen Selamet Partisi…
Türkçesi; Türkiye dört parça!..
Bunların konuyla şu alakası var: AP’nin başındaki Süleyman Demirel her yıl Kırkpınar’a gidip yağlı güreşleri izler… Erciyes veya bazı doğu vilayetlerine giden Alparslan Türkeş at üstünde yapılan cirit oyunlarını seyreder… 1972 yılında (yani yakın zamanda) kurulmuş olan MSP’nin lideri Necmettin Erbakan ise, o dönemin Türk boksörlerini desteklerdi ki, bunların arasında Avrupa Şampiyonu olmuş sporcularımız Cemal Kamacı, Celal Sandal filan vardı…
Eğer o zamanlar, siyasi karışıklıklar dışında bir gelişme olabilmişse; bu herkesi çok ilgilendiriyor, çok sevindiriyor… Çünkü futbolda “yenildik ama ezilmedik” günleri… Yahut “öyle güzel oynadık ki az daha berabere kalacaktık” dediğimiz sıralar…
Lazım olan pek çok şey umurunda değildir o günleri yaşayan çoğu kimsenin; ama deniz bilimcisi Kaptan Cousteau’nun, belgesel çekimlerinde kullandığı gemisi Calypso ile 1977 yılında İstanbul’a geldiğini hatırlarlar…
Yani biz çocukken biraz daha farklıydı işler…
Bütün duvarları “Muhammed Ali İstanbul’da” afişleri kaplamış… Bu afişlerin altında da yine MSP imzası… Bu defa çoğu kimse parti marti düşünmemiş meydana koşmuş ben gibi. Zaten o sıralar benim için sandığa daha çook yolum var…
“Günün tarihi” sayfalarına baktım demin, şöyle diyor: Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonu Muhammed Ali Clay İstanbul’a geldi, 2 Ekim 1976…
İşte ben de tam o zamanı anlatıyorum. Yani, günün tarihine ilave olarak; “o gün Muammer de oradaydı” notunu ekliyorum ki, “tarihe karıştığımızın” resmidir!..
Önce otobüsle Üsküdar’a, sonra vapurla Eminönü’ne, ardından yürüyerek Sultanahmet Meydanına çıktım. Yalnızım… Heyecan büyük… Yerebatan Sarnıcı’nın üstündeki parkın güney tarafında su taksim kulesi mi, yoksa Bizans’tan kalma bir zafer hatırası mıdır ne; tuğladan örme bir sütun var ya… Kalaslar, tahtalar getirip onun önüne büyük bir kürsü inşa ettiler… Örttüler, bayrakladılar, süslediler. Ben mi, izliyorum… Kalabalık birikti, anonslar yapıldı, sloganlar atıldı, siyasiler geldi, alkışlar yükseldi ve Necmettin Erbakan ile birlikte beklenen misafir gö-rül-dü…
Bir tek kelime bile duymadım sanırım, söylenenlerden… O günden hatırladığım, sadece şu: “Evet o… Aynen de benziyor televizyonda gördüğümüz adama… İşte tıpkısı bu, kendisi bu, Muhammed Ali bu!..”
Kalabalığın arasından dalıp dalıp önüne filan çıkmıştım kaç kere. Sultanahmet Camii’ne gitmiştik hep beraber. O gün Cuma namazında sanırım tıklım tıklım doluydu cami…
Sonra ne oldu? Yarın çıkan bütün gazetelere bakmış, çoğunu almıştım; belki benim de resmim çıkmıştır Muhammed Ali ile aynı karede, diye…
…..
(Bu hikâyenin devamı var… Bütün rakiplerini ağlatmış olan Muhammed Ali’nin, neredeyse kimsenin bilmediği, KENDİSİNİN NEDEN VE NASIL AĞLADIĞINI, siz ancak haftaya okuyabileceksiniz… Çünkü yerimiz bitti…)