Susmak, öğrenmek, öğretmek
Susmayı öğrendiğimizde anlamayı ve anlatmayı öğrenmiş olacağımızı” dinlerken hoşuma gitmemişti aslında…
Ama günün birinde öğrendim ki; ne anlattığım değil, ne öğrettiğim mühim.
Bu fikri ilk duyuşumda ben anlayamamışken, benden başkalarının da; “ne anlattığın değil, ne öğrettiğin mühim” mantığını ilk duyuşta idrak edebilmelerini elbette beklemiyorum…
Fakat, sonuç alacak olanlar;
“Burada bir şeyler anlatılıyor galiba” deyip, aklında bir soru işareti tutanlardan çıkacak.
Benim de şu an, aslında; “beynimdeki soru işaretine cevap aramak için” yazıyor olduğum gibi…
Kendi sorularımıza “yazarak” cevap aramak aslında güzel bir yol. Soruyorsun… Kendi içini karıştırıyorsun… Bir bardak çay ve iki kesme şeker gibi “kavramlar” bir kıvam oluşturuyor…
Ve lezzeti hissediyorsun.
Sonra yazdığını okuyor ve asıl o zaman anlamaya; anladıkça da öğrenmeye başlıyorsun.
Tatbik etmek ise öğrendikten sonra gerçekleşmeye başlıyor.
Ne anlattığım değil, ne öğrettiğim mühim.
Öğretmeye çalıştığın insana ilk, ama ilk önce neyi öğretmen lazım?
Susmayı!..
Yani karşındakini dinlemeyi.
Birinin ya ağzı açıktır veya kulakları!..
Ağzı açıkken dinleyen birini duyan var mı?..
“Ben konuşurken de dinlerim” diyenler; “Ben hiçbir şey dinlemek ve kendimden başkasından hiçbir şey öğrenmek istemiyorum” diyen akvaryum motorları!..
Gor gor gor çalışıp dursalar da, “aynı suyu” pompalamaktan başka işe yaramazlar! Birileri “zorla” bir maşrapa su ilavede bulunmasa ne yapacaklarını kendileri bile bilmezler…
Anlamanın yolu, dinlemekten…
Dinlemenin yolu ise susmaktan geçiyor.
Yani öğrenmekle susmak biribirine sımsıkı bağlı.
Bu konuyu ileride açarız herhalde tekrar.
Ama ben bugün kendime şu soruyu yeniden soruyorum:
Asıl, susmayı öğrendiğimizde anlamayı ve anlatmayı öğrenmiş olacağız, ne demek acaba?
——————————————————–
Bilmiyorum
Herşeyi bilen insanlar benim kafamı karıştırıyor…
Ve bu bulanıklık içinde herşeyi bilenler ile hiçbir şeyi bilmeyenler aynı boz renge bürünüyor!..
Bunun mesulü de, suçlusu da ben değilim.Ve görüyorum ki; pek çok insanın beyni de benim gibi algılıyor.
Büyük bir şans eseri olarak; herşeyi bilmeyen irfan ve bilmediklerini “bilmediğini” söyleyebilen ilim sahibi insanların muhitinden geçtim…
Onlar herşeyin “bilinmek” zorunda olmadığını öğretti bana…
Ve bilinmeyenlerin(veya “bilinmemesi gerekenlerin”) bilinmediğini söylemeyi öğrettiler.
Pür dikkat dinlediğim bir kişiden; “bilmiyorum” kelimesini duymak bana asıl ne öğretti biliyor musunuz?
Anlattıklarını biliyor olduğunu!..
Güzelliğin farkına varın hadi.
——————————————————-
“Tüp doldurmak” çok kolay!
İnsanda psikoloji; bir mutfak ocağının tüpündeki gaz demek!..
Hiçbir patlağı-çatlağı, kırığı-döküğü olmadığı halde iki ocaktan, yemek pişirilebileni;
“Tüpü dolu” olanı…
Pek çok örnek görmemiz mümkün.
İki sapasağlam insanın biri hastadan beter…
Hatta öyle “tüpü dolu” ocaklar var ki, görüntü ve metal parçalarındaki eksik ve noksanlarına rağmen tercih ediliyor ve uzun zaman işe yarıyorlar.
İnsanın, psikolojisini yenilemesi tüp doldurmak gibi mümkün…
Ve beyin naklinden çook kolay!..
Patlamış balonu yamamaktan değil, bir sönmüş balonun içine hava üflemekten bahsediyorum.
Uzun veya ağır yol şartlarında, hatta hava ısısındaki farklılıklarda bile arabamızın lastiklerindeki hava değişiyor…
Lastiğinin havası boşaldı diye kaç otomobili “çöpe” attınız, ıskartaya ayırdınız bugüne kadar?
Ama “muvazene” ile “doldurulabilen” lastik havalarının çok ilgisi var…
Sürat ile de direkt bağlantısı var.
Fakat konumuz insan, hatta “kendimiz” olduğunda kritik bir noktaya geliyoruz ki, şu:
Kendi tüpümüzdeki veya lastiğimizdeki havanın-gazın ne kadar dolu, ne kadar boşalmış olduğunu pek farkedemiyoruz.
“Hep böyle idik… Biz böyleyiz ne yapalım… Buna razı olmalıyız…” gibi yanılgılarla yapışık yaşıyoruz.
Ne zamana kadar?
Bir gün rastgele havamızın -tüpümüzün boşalmış olduğunu görene… Veya bir dostumuz bize bir moral-motivasyon pompası takana kadar!..
Tekrar etmeye lüzum var mı;
İnsan psikolojisinin organ nakline değil; balona nefes üflemeye, lastiğe hava basmaya, yahut ocağın tüpünü doldurmaya benzediğini, söylemeye?..
İşte bu kadar basit, bu kadar da mühim bir ihtiyaç bu.
Ama çoğu zaman da yardım istemekten korkuyoruz. Yani kendimize yardım etmekten.
Ve de hep yazık oluyor; moral bozukluğu, hasta bir halet-i ruhiye ve verimsizlik içinde ziyan olan değerli zamanlarımıza…
Çünkü geçen zaman geri gelmiyor…
Onu sağlık içinde ve doğru olarak değerlendirme çabası içinde olmalıyız, öyle değil mi?..
——————————————————-
ÖĞRENDİM Kİ!
Saksıdaki her çiçek güzel…
Ama açmak için “sulanmayı” istiyor…
Stop
Muammer Erkul
31 Ağustos 1999 Salı