Bir iş ne kadar kötü ise insanların arasında yayılması da o kadar hızlı oluyor!
(İşte bu lafın ardından size bir futbol hikâyesi anlatacağım ki, hem yazıda ve hem de zihinlerde kalsın diye…)
…..
Milli maçları izlemekten hoşlanıyorum. Hele ki rakip bir İngiliz takımıysa, bu iş hoşlanmanın ötesine geçiyor ve kızıyor, seviniyorum!
Tarih; 24 Ekim 2007 Çarşamba. Yer; Beşiktaş’ın Dolmabahçe’deki stadı. Rakip; İngilizlerin Liverpool takımı…
Beşiktaş’ımız futbol oynamıyor da sanki şiir yazıyor: Saatler 13’üncü dakikada olduğumuzu gösterirken, skor tabelası da durumun 1-0 lehimize olduğunu yazıyor. Ve stadyum ayağa kalkıyor sanki…
İkinci yarıya, her seyircinin yanına (sanki gözle görülür gibi) bir de şeytan oturuyor! Hepsi hep birlikte kendi yanlarındaki seyirciye hep aynı şeyi telkin etmeye başlıyorlar: İnsanlar da her iki kollarını ve ellerini dümdüz havaya uzatıp, kendilerini bellerinden bükerek; cahil yerlilerin putlarının önünde secde etme hareketini tekrara başlıyorlar. Hem de öyle büyük bir “huşu içinde”(!) ki, görenler hayret ediyorlar… Maçı anlatan spiker, uzun uzun bu tezahüratı anlatıyor, yabancı anlatıcıların kendisiyle göz göze geldiğini ve çok şaşırdıklarını, böylesine büyük bir tezahürat beklemediklerini işaret ettiklerini, söylüyor… Ve hatta kendisi de diyor ki; ben dünyanın her yerinde her türlü maç anlattım ama böylesine bir tezahürat görmedim!..
Stadyum sanki yıkılıyor. Kollar havada, beller kırılıp doğruluyor. Bu eğilip kalkma hareketi hiç durmadan, hiç yorulmadan, bütün seyircilerle birlikte ve bu güne kadar görülmemiş güçte söylenen (tamtam ayinlerini andıran) melodiler eşliğinde devam ediyor!
İkinci yarıda evet futbol var, evet bir golümüz daha var… Ama geceye asıl damgasını vuran; seyircinin bu emsalsiz “ayini”; ilim, irfan, medeniyet görmemiş yamyamların tapınmasının taklidi tezahürat oluyor…
Hemen ardından, İngilizlerin golü geliyor: 2-1…
Bir hafta sonra İngiltere… Yine Liverpool, yine Beşiktaş’ımız, hatta yine aynı oyuncular. Ve yine tarihe geçen bir maç…
İstanbul’da ilk golünü atan İngiliz’ler, burada da 19’uncu dakikada gol buluyor. 32’de bir gol daha, 53’te bir daha, 56’da bir tane daha… Herkes şaşkın, rakip takım bile hayretler içinde; hem kendilerindeki gol atma açlığına, hem de Beşiktaş’ın mahvolma rızasına, kaderine!..
Bir türlü kesilmiyor goller; 69, ve 78, ve 81… Bu güne kadar tarih böyle bir skor yazmış değil bu kupa maçlarında… Son gol 89’uncu dakikada geliyor ve maç 8-0 ile bitiyor da, rezillik bu kadarla kalıyor!
Gözler yaşlı, dudaklar titrek, yüzler utanç içinde, cümleler özürlerle dolu…
Korkarım ki; bu sârî (sirayet eden, yayılan, bulaşıcı) hastalık diğer statlara, diğer seyircilere de geçer! Korkarım ki İblis ve emrindeki şeytanları, futbol arenalarını birer “âyingâh” haline getirmeye niyetli!… Korkarım, çünkü bir iş ne kadar kötü ise insanların arasında yayılması da o kadar hızlı oluyor!
Şimdi neyi hatırladım: O meşhur geminin kaptanı ile röportaj yapıyorlar, gazetelerde de yayınlanıyor sözleri. Diyor ki kaptan: “bu gemiyi Allah bile batıramaz!” Hemen bunun ardından, Atlantic gemisi, işte o meşhur seferine çıkıyor!
Neye inandığı bir yana; insanın ne söylediği ve ne yaptığı çok önemli…
Ne bir geminin emsalsiz gücü, güzelliği ve ne de futbol oyununun büyüsü, heyecanı değmez; ayinler yapmaya, cahil yerliler gibi uğuldayarak tapınmaya!
İnsanoğluna, ölçü; kundak bezinden kefen bezine kadar her yerde lazım!
Öyle değil mi?
Stop
Muammer Erkul
09 Kasım 2007 Cuma