Yeşil alan [19 Şubat 2000 Cumartesi]

Yeşil alan

İstanbul’da yaşayan herkesin hülyasıdır ev sahibi olmak… Hayallerini biraz palazlandırabilenlerin ise aradıklari özellikler belirginleşir;
Evim gökyüzünü görsün…
Evim denizi görsün…
Evim yeşilliği görsün…
Doktorum Muhammet Göğüş (Mehmet yani) bir İstanbul vatandaşının hayallerindeki bu üçlünün üçüne de sahip şanslı bir Anteplidir…
Keyifli olduğunu; “Yirim seni!” deyişinden anlarım… Yani o keyifliyken ben korkarım, acaba beni “yir mi” diye, ki bir oturuşta beni yiyebilir, bilirim!
…..
Asansörü çağırıyoruz, boşu boşuna bekliyoruz… Meğer bunu çağırınca “arkadaki” asansör geliyormuş. Taa aa a yukarılarda Mehmet bizi bekliyor…
“Nerdesiniz yav?”
“Asansör yolunu şaşırdı!..”
İşte gökyüzünü gören bir ev… Koşuyolu’nun yamacına kurulmuş, onikinci ve son kat. Salonda otururken bile bulutlar gözüküyor.
(Birde bir…)

Hadi denizi de görelim;
“Nerde lastikler?”
Hasan “ne lastiği” diye soruyor. Açıklıyorum “araba lastiği” olduğunu. Kulağıma eğiliyor;
“Tamam, diyor. Bu arkadaş araba kadar falan ama, araba kadar olmasıyla araba lastiği istemenin ne alakası var? Dalga geçmesene adamla…”
Sonradan düşünüyorum, çocuk haklı… Denizi görmek için dürbün falan istesem anlayacak da, bir yüksek apartmanın en üst katında denizi görmek için araba lastiklerine ne ihtiyacım olabilir?..
Ama vardı burda, biliyorum… Bu salonda bir sürü otomobil lastiği vardı ve biz onların üstüne çıkıp uzaklardaki Marmara Denizi’ni görüyorduk…
…..
“Nerde lastikler?..”
“Haa, muayenehaneye götürdük. Orası daha alçak bir yerde de!..”
Neyse işte, öyle veya böyle. Buradan deniz görülüyor… Antep’ten hiç gözükmüyormuş.
(İkide iki…)

En zoru ise üçüncüsü, yani
yeşil alan.
Bu arada masa başında oturmaktan haşat olmuş sırtım hakkında konuşuyoruz. Aniden dönünce boynum ile sol omuzun arasındaki bir “ipi” kopartmış gibi ağrıtmıştım zaten evvelki gün, bilmediğim bir yerlerimi…
Şimdi kurbanlık koyun gibi beni bastırmış oramı buramı elliyor; yapmaa!
“Hatırlıyor musun, Kozyatağı’ndaki meşhur poliklinikte de en son, kuyruk sokumumun altında çıkan bir kitleye bakmıştın!.. Hiii!.. Benimle oynama, tamam mı?..” (Sonra kaplıcada kendi kendine dışarı çıkmıştı o şey, ne ise.)
…..
Bir sürü laf, birkaç ilaç ve;
“Aerobik yapmalısın!”
“Nasıl yani? O nasıl bir şey?”
“İşte böyle…”
Mehmet şimdi koooskoca bir kelebek gibi parmaklarının ucunda hareketler yapıyor, vücudunun bütün kaslarını hareketlendiriyor ve yere yatıp bacaklarını kaldırıp indiriyor.
“Kurstaki gibi uyuma sakın, gideriz bak!”
Sahi ya, bak neler aklıma geldi. Bu adam, Erciyes Sürücü Kursu’nda benim “ilkyardım” öğretmenimdi. Diğer gruplardan kaçan öğrenciler bizim derse doluşurlardı! Hatta bir keresinde bir hastanın nasıl yatırılması gerektiğini gösterirken tekerlekli sandalyeye yatmıştı da “uyumuş” kalmıştı. Çocuklar onu “motor” sınıfına götüreceklerdi, ben mani olmuştum…

“İşte böyle… Kaslarını güçlendirmen gerekiyor.”
Doktorlarla ne kadar haşır neşir oldunuz bilmem. Ama bu adamların bir yazdıklarını, bir de konuştuklarını anlayamazsınız ve canınız sıkılır.
Sıkıldım ben de şimdi; Mehmet’in şimdi karşımızda yaptıklarının hepsini, hem de her gün iki defa yapmam gerekiyormuş…
Pencereye yürüyorum, hava almak için. Camı açıyorum. Başımı uzatır uzatmaz bir bakıyorum ki, aman Allah’ım sağ taraf komple yeşil alan, her taraf orman… Apartmanın dibine bakıyorum ki, hiii!.. Evet, bahçe duvarına kadar da dayanmış…
“Bunların hepsi senin elinden mi geçti yoksa?..” diyorum korkuyla karışık bir heyecan içinde. O sakin sakin ve hatta biraz gurur içinde;
“Evet…” diyor.
Hasan’ın kolundan tutuyorum;
“Hadi arkadaşım, kalk, gidiyoruz…”
Herkes ayaklanıyor ama bu konuşmanın “meğer”i de açığa çıkıyor: Meğer Mehmet pencere kenarlarını elden geçirmiş… Halbuki ben, aşağı bakınca gördüğüm, apartmanın dibine dizilmiş binlerce mezardan bahsediyorum…
Hasan da pencereye geliyor ve sağ tarafta boydan boya uzanan “yeşil alan” Karacaahmet Mezarlığı’nı seyrediyoruz…
(Bu da, üçte üç!..)
…..
İstanbul’da yaşamayan bir insan için ne kadar anlamsızsa yeşili ve maviyi bir anda görmek, bu şehrin sakinleri için o kadar anlam ifade ediyor…
Onikinci kattaki salonun ortasında bulunan otomobil lastiklerinin üzerine çıkarak “ucundan accık” denizi görmek, ve Karacaahmet Mezarlığı’na burnunu uzatıp yeşili koklamak buna dahildir ve büyük de bir şanstır.

——————————————————-

Sicil
Kıbrıs’tan askerimiz geldi ya izne, bir de fıkra getirdi. İşte Süleyman Eldeniz’in fıkrası:
Yaşlı bir amca eşeğinin üzerinde karayolunda seyretmektedir.
Bunu gören trafik polisleri amcaya takılmak isterler ve onu durdururlar.
Polis: Be amca, necin dakman golani? (Golan: Emniyet kemeri)
Amca: Dakmam be işte!
Polis: E bak gördün mü, şimdi ceza keseceyik.
Amca: Kes bakalım ne keseceysan da gidecem; acele işim var.
Polis: Peki amca, cezayı sana yazalım yoğsam eşeğe?..
Amca: ???
Polis: Yani cezayı sana yazarsak 5 milyon ödeycen, eşşeğe yazarsak 3 milyon ödeycen.
Amca: Bana kes o zaman.
Polis: Be amca, anlaman?.. Cezayı sana yazarsak 5 milyon ödeycen, eşeğe yazarsak 3 milyon…
Amca: Ey tamam işte; kes bana.
Polis: Be amca necin fazla para ödemek isten?
Amca: Be oğlum, lazım eşeğin sicili temiz olsun; yeter (!)

“Ne kadar bilirsen bil; söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır.”
Hz. Mevlânâ

Aşk, yağmurdan sonra açan güneş gibi avutur.
W.Shakespeare

Sevgin, kederde huzur, kargaşada sukünet, yorgunlukta rahatlık, umutsuzlukta umut.
Marion C.Garretty

İnsan kalbinde gerçek aşk, dörtnala giden bir at gibidir; ne dizgin tutar, ne söz dinler.
Konfüçyüs

Stop
Muammer Erkul
19 Şubat 2000 Cumartesi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir