Yuvalar boş kalmamalı [24 Eylül 1999 Cuma]

Yuvalar boş kalmamalı

Daha az önce; epey zamandır uğraştığım havuzun başından gelirken ceviz ağacındaki yuva geldi aklıma…
Tam altındaydım ve demin birkaç karga uçmuş ve yuvanın sahibi olan iki “guguşçuk” kuşunun kendilerine has “uçma seslerini” duymuştum.
Geçen hafta cevizi silkerken çıkmıştım bu derme çatma yuvanın yanına. İki tane yumurta vardı içinde. Aklıma, şu yuvanın çalı-çırpısını elden geçirmek ve daha muhafazalı hale getirmek geldi… Ama babam; “ellemememi ve dokunursam kuşların yumurtalara küsebileceklerini” söyledi.
Dokunmadım… Fakat biraz sonra düşen cevizlerden birinin yumurtalardan birine çarpıp içine doğru “göçürtmesine” de mani olamadım!

İki gün sonra yumurtalardan birini ceviz ağacının dibinde gördüm… Yazık olmuştu.
Bunlar çok masum ama çok da saf hayvanlar; pek çok yumurta yaptıkları halde yuvalarının düşmanları çok… Kendilerini ve yumurtalarını koruyabilmekte pek de mahir değiller.
Ama çok sadık bir “aile bağlılıkları” var.

Birden aklıma geldi işte ve terliklerimi çıkarıp ağaca tırmanmaya başladım. İlk çataldan itibaren “sesini” duyuyorum… Bir ucu aynı ağaca bağlı hamağın üzerine koyduğu bebeğini bırakmış, bana bakıyor ve ne yaptığımı soruyor…
İkinci çatallardayken gene bağırıyor:
“Ne yapıyosuun?..”
Artık cevap vermeliyim, yoksa kendisini bıraktığımı düşünüp yaygarayı koparabilir!
“Ağaca çıkıyorum.”
O, benim çıktığım ceviz hariç bütün meyve ağaçlarına “tırmanıyor” güya… İki kolu ve iki bacağıyla (yerden sadece dört parmak yukarıda) aynen minnacık bir ayı yavrusu gibi ağaçların gövdesine sımsıkı sarılıp bas bas bağırıyor; “Bakın… Ağaca nasıl tırmandım” diye.

Şimdi aşağıdan gene soruyor:
“Yukarıya doğru mu çıkıyosuun?..”
“Evet.”
“Neden?
Bulut mu alıcan?..”

Yuva, bomboş…
“Boş yuvaları” da düşünemiyorum şu an, çünkü çok hoşuma giden bir soru bu duyduğum ve bir an evvel, ceviz ağacının dibinde beni bekleyen iki elma yanağı “bağırta bağırta” ısırmak istiyor canım!..

Yuva bomboş… Pek üzülemiyorum şu anda… “Boş yuvaları” da düşünemiyorum şimdi;
Bulutlar kadar yumuşamış, hafiflemiş ve beyazlamış olarak onun yanına atlıyorum…
“Neden çocuklar kadar düz, temiz ve duru düşünemediğim için” hayıflanarak…

———————————————————

Başkasının çocuğuna saldırmayın

Birbirinin uzağındaki iki yol gibi, iki “tembih”, geldi, aynı noktada birleşti…
Biri; bizlere aktarılagelen gelenek, terbiye, saygı biçimi.
Diğeri; bugüne kadar karşıma çıkan en profesyonel düşünce sisteminin süzerek, imbikten geçirerek sunduğu metot.
Neydi bu?..

“-Peki” de!..
-…
“Peki” desen bile, gel de deli kanına anlat bunun mantığını!..
Büyüklerine, amirlerine hatta arkadaşlarına bile önce “peki” de… Yüzde yüz haklı bile olsan, hemen karşı çıkıp itiraz ettiğinde; “sen hiçbir şey bilmezsin, ben bilirim” demek olur…
Önce “peki” de, sonra uygun bir zamanda ve uygun sorularla doğrusunu hatırlatırsın…
Bu; eskilerden gelen müthiş bir güzellik…miş! Uyandım.

Herkesin düşüncesi kendi çocuğu gibi. Öylesine “güzel” ve öylesine “özel.”
Çocuğunuzun elinden tutmuş gidiyorsunuz… Yolda ona biri saldırsa ne yaparsınız?
Saldırı kendinize olsa durum değişir. Duymazdan, görmezden gelebilir, kaçabilirsiniz… Ama sözkonusu çocuğunuzsa, tek tepki; savaşmak!
Değil mi?..
Hem de gücünüzün sonuna kadar.

En “aptal” düşüncelerin bile mahkûm edilememesi, öldürülememesi buna bağlı değil mi?..
Adam darağacından bağırıyor… Elektrikli sandalyeden haykırıyor…
Nedeni; o fikri ilk söylediği zaman “saçmalamaması” istendiğinden olamaz mı?..
Herkeste gurur var, benlik var.

-Haklı olabilirsin. Ama şurası şöyle olsa, nasıl olurdu?..
Anlatıyor…
-A, evet… Fakat ben burayı şu şekilde anladım. Yoksa böyle mi söylemek istemiştin?..
Gene anlatıyor.
-Anlıyorum galiba, yalnız…
Her anlatışta “köşelerinin” biraz daha törpülendiğini farkedin.
Sorun, sorun gene sorun… O, düşüncesindeki yanlışları kendisi düzeltsin!

Herkesin düşüncesi kendi çocuğu. Biz ancak sorma durumundayız.
-Bu yolun ilerisinde çakıl taşları var. Ayakkabılarını giymezse çocuğunun tabanları kanar mı dersin?..
-Benim çocuğumun burnu aktığında kullanmıştım. Sen de böyle bir mendile sahip olmalı mısın?
Unutmak gaflettir;
Hiç kimse başkasının kendi çocuğuna saldırmasına izin vermez.
O zaman “çocukları” kendi ana-babalarına “düzelttirsek” daha doğru ve daha kolay olmaz mı?

——————————————————-

Mahcubiyet!..
Temel’e sormuşlar:
“Eğer Laz olmasaydın ne olurdun?..”
“Acayip mahçup olurdum!..”

Restoranın sırrı!..
Temel, Karadeniz kıyısında muazzam bir restoran açmış…
Son sistem bir mutfak, süper aşçılar, Avrupa yemek takımları, ultra koltuklar, mükemmel bir mekan!..
Öyle bir restoran ki, yani yok, yok!..
Gel gelelim ki, 6 ayı aşkındır bu restoranda bir tek müşteri de yok!..
Neden dersiniz?..
Çünkü Temel, restoranın önünden geçen karayolunun 20 km. ilerisine kocaman bir tabela asmıştır ve tabelanın üstündeki yazı da, her şeyi açıklamaktadır: “Temel’in restoranı, 10 km. geridedir!..

Volkmenin önemi!..
Çocukluktan beri volkmeni hiç kulağından çıkarmayan, volkmenle yatıp kalkan, volkmenle uyuyan Temel’i, sonunda çevresindekiler uyarmak zorunda kaldılar:
“Sen deli misin Temel!. Bu ne hal? Çıkarsana şunu kulağından canım!..”
“Aman ha!.. Sakın!.. Bir çıkarırsam ölürüm!..”
Sonunda İdris, bir gün gerekeni yaptı ve ansızın arkasından yanaşıp Temel’in kulağından pat diye volkmenini kapıverdi!..
Ama sonra olanlar da oldu ve Temel gerçekten o saat ölüverdi..
Herkes şaşkın, herkes panikteyken İdris hemen koşturup volkmendeki kaseti kahvenin kasetçalarına koyup düğmesini sonuna kadar açtı…
Kaset tekdüze gitmekteydi:
“Nefes al, nefes ver!
“Nefes al, nefes ver!
“Nefes al, nefes ver!..”

Stop
Muammer Erkul
24 Eylül 1999 Cuma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir