Bu köşede yazmasam da gösterime giren hemen hemen bütün çizgi filmleri izlemeye çalışırım. Biraz bana benzeyen (yani tercihleri her zaman “normal” olmayan) kimselerden de hatırlayanlar vardır Kayıp Balık Nemo’yu. Muhteşemdi, değil mi?.. Peki Nemo’nun babasıyla yolculuk yapan balığı hatırladınız mı; veya saydınız mı kaç kere yeniden ve yeniden ve yeniden “tanıştığını” yol arkadaşıyla? Sanki şuna benziyordu:
-Merabaa, benim adım Muammer… Peki siz kimsiniz?..
Hadiii, kasmayın kendinizi; çünkü bugün eğlenme günü…
Adını söylemeyeyim, tanıdığım kızlardan birinin yakınında sınıf arkadaşları hep şu fıkrayı anlatıyorlar:
Balığın birini akvaryuma koymuşlar. Balık bakmış ve demiş ki: “Aaa, ne güzel bir yer!” Sonra bir tur atmış, gene etrafına bakmış ve demiş ki: “Aaa, ne güzel bir yer!” Az sonra çevresine tekrar dikkat etmiş, demiş ki: “Aaa, ne güzel bir yer!..”
“Aa ne güzel bir yer” deyip duran bu “mutlu” balık, kendisini yönlendirmek, kontrol altında tutmak isteyenler için ne bulunmaz nimet, değil mi?.. Çünkü onun her gördüğü manzara ve her eşya yeni! Her şart ve her şey yeni! Eskide kalan hiçbir acı yok, ama tecrübeler de yok!
Ablam alt kattaki komşusundan aceleyle eve çıkıyor. Ama birisi asansör kabininde parfüm sıkmış. İner inmez; “içerisi biraz havalansın” diye düşünerek, asansör kapısını açık tutacak şekilde paspası ayağıyla itiyor. Döndüğü an “Aa, yanlış gelmişim, bizim kapıda paspas vardı” diyor. Başını kaldırıp numaraya bakıyor: “Yo, diyor. Bu bizim kapı. Demek ki aşağıda temizlik yapan kapıcı almış, silkeleyecek!..” Eve girip bir dakika sonra çıkıyor ki; paspas meğer asansör kapısının arasında…
Az sonra alt katta gülüşerek onu dinleyen komşulardan biri de şu hikâyeyi anlatıyor:
İki ihtiyar unutkanlıktan dert yanıyormuş. Biri diyor ki: “Geçenlerde yoruldum ve şu yokuşun tam ortasındaki banka oturdum. Biraz dinlenince kalktım, ama bu defa da aşağı mı yoksa yukarı mı gidiyor olduğumu unuttum!..
Öteki ihtiyar vakur bir edayla; “Benim hiç öyle problemlerim yok” diyor ve biraz susuyor. Konuşmaya başlarken de soruyor: “Yahu arkadaş ben demin neyi anlatıyordum sana?!.”
Bizim yazıların üstüne eğer etiket gibi yapıştırmazsan siyasi bir yazı olduğunu kimse anlamıyor.
İşte bu da siyasi bir yazıydı…
Nadirattan da olsa okuduğunuza benzer yazılar iyi oluyor… Çünkü milletçe balıklara benziyor çoğumuz, hafızamızı kullanmayı akıl edemiyoruz! Kulağımızın dibinde ısrarla anlatılan “öcü masallarını” dinliyor, sonunda aldanıyoruz!
Bu erozyonu önlemek için; bugünün başbakanı ben olsaydım ne yapardım, biliyor muydunuz?
En basit ve en ucuz ve en çarpıcı ve en etkili propaganda şu olurdu:
Her gazeteyle birlikte ilave olarak, yine aynı gazetenin “dört sene önce aynı günkü” nüshasını da tekrar vermesini sağlardım!..
İnterneti veya arşivi olanlar eski gazeteleri karıştırsın, dudağı uçuklayacak!
2001 senesinden bir şeyler ararken, o dönemin birkaç haberine ve bazı köşe yazılarına gözüm takıldı. Nerdeyse tamamen unutmuşuz o günleri. “Cumhuriyet tarihinin en kara günleri”, diye yazmış gazeteler. Hepsi arşivlerde mevcut, buyurun bakın!..
Yukarıda “ben başbakan olsaydım” dedim ya, eksik kalmasın. Bir de: “Ben antikacı olsaydım”, diyeyim…
Ben antikacı olsaydım, Sezer ve Ecevit arasında uçan o meşhur anayasa kitapçığını MUTLAKA ele geçirmeye çalışırdım. Çünkü o anayasa 80 küsur yıllık Cumhuriyet Türkiye’sinin en meşhur anayasası… İleride çok para edecek, ama bir daha ele geçmeyecek!
Stop
Muammer Erkul
10 Mart 2006 Cuma