Ben, “kıskanan” olayım!..
Uyuduysan; Bebekler gibi masum, melekler gibi günahsız…
Kıyamam uyandırmaya seni ve davet edemem günahlara!..
Ama bir öpücük gibi de ulaşmalı bu satırlar sana…
En azından yastığına konmalı kırmızı bir gül gibi.
Ve ben, ardından dualar etmeliyim mektubumun;
Uyuduysan, uyanmayasın diye?
Bilirim, derdin;
“Uyusaydım da ne farkeder?..
Cana can katıyor, ayaz vuran bir canı sarmalıyor uyandırışların…”
Oysa ben, diyordum ki;
Acaba bugün, dünden daha mı çok sevmelerdeyim?
Evet, vardı..
Ayaz hep vardı ama, sevmeler koruyucu bir kalkan gibiydi, yorgan gibiydi hep.
Evet, dedin de hep;
“Ocağım ol, sıcağım ol…
Sığınabileceğim köşem-bucağım ol…”
Rüyam!
Rüya gibi güzelim, rüya kadar uzağım;
Gördüğüm bütün yıldızlar insin göremediğim saçlarına…
Bir nazlı hilal aksın ışıktan gözlerine…
Bu güzel gece öperken yanaklarından, rüzgar, bir nefes gibi dolaşsın teninde…
Ve ben;
Onları kıskanayım!..
——————————————————–
Çetin’le uğraşmak kolay mı? (İsteyen bunları fıkra sanabilir)
Çetin, ciddi sarsıntıların tamamında uykudaydı…
Sadece telaşı görüp, sarsılmaları yaşamadığı için de küçük titremeleri umursamadı bir daha.
Bir şeyler olduğunu görüyordu… Her yerde herkes tarafından; “öldüler, kurtarıldılar, zavallılar yardım etmeli” gibi karışık şeyler konuşulduğu için, bildikleri birbirinin içine giriyor olmalı ki, mahallenin eczacısı geçenlerde bana şöyle dedi:
– Senin oğlan bugün bana uğradı ve; “Deprem Aşısı”nın gelip gelmediğini sordu!..
Boş bulunup;
“Yooo!..” Dedim. Bu defa da şöyle dedi:
“Gelince yaptırsam çok acıtır mı?..”
Misafirlikteydik… O da koltuğun birinde gayet ciddi adam pozlarında oturuyordu.
Ev sahibesi, herkesle beraber Çetin’e de (açık) bir bardak çay getirdi… Bardağı önündeki sehpaya koyup, tebessüm ederek başını okşadı ve:
– İçine üç tane şeker attım ve sana kolaylık olsun diye de karıştırdım, dedi.
Çetin, hiç istifini bozmadı. Koltuğa yaslanmış halde ve ciddiyetle;
-Öyleyse içinden çayı çıkarın, dedi. Ben “şekerleri” yemek istiyorum!..
Dedesini “esir” almış, kim bilir kaçıncı soruda… Bir ara;
-Dedee, diyor… Sen kaç yaşındasın?
-Altmışdokuz, diyor babam.
Aradan biraz zaman geçiyor ve (herhalde) Çetin, kafasında “uzun hesaplamalar” yapmış olarak tekrar geliyor…
– Vay be dede, diyor…
Sen bu kadar yaşı nasıl aklında tutabiliyorsun, hayret yani!.
Sokakta bir kadın bayılmış, başına bir yığın insan toplanmış.
Akşam öyle detaylar anlatıyordu ki, sordum:
-O kadar kalabalıkta sen bunca şeyi nasıl gördün?..
-Önce sadece adamları arkalarından görüyordum, dedi…
Sonra;
“Açılın… Kenara çekilin. Ben büyüyünce doktor olacağım” diye bağırmaya başladım… Ve en öne geçtim!..
Annesi bir kutu çikolata almış, ama ne Çetin, ne de çikolata ortalıkta!.. Sesleniyor:
-Buralarda bir kutu çikolata gören oldu mu?..
Biraz sonra bizimki gardırobun içinden çıkıyor;
-Çikolataları görmedim anne… Ama kutusu bu dolabın içindeydi, al işte!..
(Sonra da iki gün kaşındı.)
———————————————————
Yorgun ağaç
Öylesine bir aşkla koştum ki sana,
İçimde volkanlar kaynamaktaydı.
Uymak, yenilmekti senin yasana,
Yenilgiyi seçtim, hayatım kaydı.
İstikbale hızlı koşayım dedim,
İmrendim görünce, pak çocukları.
Meyveli bir ağaç olmak istedim,
Ellerinle ezdin tomurcukları.
Karardı gözlerim, yandı yüreğim,
Yıllarca almadım, arpa boyu yol.
Çelikten bakıra döndü bileğim,
İyiliğin çoktur üstümde: Sağol!
On yıl meyvelerim taşlansa bile,
Seneye bir daha gelecek bahar.
Şimdi gözlerimi açtım sevgiye,
Mutluyum bu sabah, dünyalar kadar.
Ahmed Sırrı Arvas
Stop
Muammer Erkul
02 Ekim 1999 Cumartesi