Domates kokusu
Bazen ben bile “kendimi” tanıyamıyorum, Keloğlan gibi bir göle-havuza baktığımda geriye sıçrıyorum da; millet nasıl ayırıyor beni diğerlerinden hayret yani!..
Üstelik hiçbir resmim bir diğerine benzemezken ve hatta kendim de hiçbir fotoğrafımın “yanından bile” geçmezken…
…..
Halbuki ben, tanımadığım insanların arasında, özellikle kalabalık yerlerde sanki çevremde hiç kimse yokmuş gibi davranırım, bunun doğru olmadığını bilsem bile…
Bu ay inşaallah Kıbrıs’tan tezkere ile dönecek olan Süleyman kardeşim ile tanışmamız da “evlere şenlik” idi…
Onunla ilk karşılaşmamız Gürbüz Abi’mizin gazetedeki odasında olmuştu. Gizli bir sevinç içindeydi; “bir taşla iki kuş” vurduğu için. Çünkü benim oraya geleceğimden ikisinin de haberi yoktu…
…..
O günün öğleden sonrası mıydı, yoksa bir gün sonra mıydı ne; o zamanların meşhur Sıdıka Batu Han’ında, bizim katın lavabosundan çıktım, merdivenin sahanlığında bakınan sarışın bir delikanlı gördüm.
Gözgöze geldiğimizde;
“Afedersiniz, dedi… Ben Muammer Erkul’un bürosunu arıyordum da…”
“Ne yapacaksın onu?..” Diye sordum.
“Görüşmek istiyordum, dedi. Röportaj yapacağım…”
…..
Han tuvaletinin kapısı…
Ellerimden sular damlıyor ve sabun kutusunu tutuyorum…
“Gel, dedim. Seni Muammer Erkul’a götüreyim…”
Ardımdan yürüdü. İkinci kapıdan girdik ve ben onu içerdeki odaya aldım. İki duvarı ışıl ışıl pencere olan ve her tarafı resimler, kağıtlar ve çiçeklerle doldurulmuş olan odamda bulunan masanın önündeki koltuğa onu oturtup, ben de masanın arkasındaki koltuğa geçtim ve;
“Hoşgeldin, dedim Süleyman’a… Söyle bakalım, Muammer Erkul benim!..”
“Hık-mık” dedi… “Hani, Gürbüz Azak Bey’in yanında tanışmıştık da” dedi…
Durumunu anladım ve sonradan “bizimoğlan” olacak bu sevimli “deli” ile, rahatladığını hissedinceye kadar “yumuşak yumuşak” sohbet ettim…
Röportaj için “biraz” zamanım vardı da, öyle sorular hazırlamıştı ki Süleyman, sanki bizi bir daha görme şansı elinden alınacak!.. Epey konuştuk.
Soru “kitapçığının” sonlarına geldiğimizde;
“İzin verir misiniz, bakalım teyp iyi kaydetmiş mi, kontrol edelim” dedi… Sonra kaseti birkaç tur geri sarıp “play”e bastı;
“…Ddeerbedeeeroolduum!..”
Tahmin ediyorum ki Süleyman’ın bir yerlerinden ter fışkırdı o anda. Ben kahkahayı basmıştım ama bir yandan da bunca lafı tekrar konuşmak gerekebileceğinden canım da sıkılmıştı…
Biraz daha geri sardı ve tekrar bastı düğmeye;
“…Ssusadımçeşşmeyee!..”
Son durumdan anlaşıldığı üzere Süleyman’ın teybi kayıt yapmıyor veya kayıtlı bulunan arabesk şarkılardan ayrılmak istemiyordu. Fakat, hemen toparladı uyanık, ve;
“Biz devam edelim, dedi. Zaten hepsi aklımda, kendim yazarım. Sonra da onayınızı almak üzere size gösteririm…”
…..
(Süleyman bu son sekiz-dokuz yıl içinde her zaman bu saygısını ve hassasiyetini korudu, sağolsun… Pek çok kişinin; yazı yazmaya, televizyon programı yapmaya başladığında düşebileceği şımarıklık çamuru ve burun büyütmek çirkinliğiyle kirletmedi kendine has güzelliğini…
Ve karşılığında hep sevgi aldı.)
Bunu niye anlattık? Şunun için:
Beni “ben” bile tanıyamazken… Hatta Süleyman bile tanıyamazken, başkaları nasıl “durup durup” tanıyor, anlamıyorum (!)..
Bir ay kadar oldu; “Konu: hormonsuz domates…” isimli mail geleli. Diyordu ki:
…..
“Merhaba Muammer bey;
Yanlış hatırlamıyorsam iki gün önce Kuzuluk İhlas Kaplıca Evleri’nin marketinde, market sepetime birşeyler doldurmakla meşguldüm.
Sebze meyve tarafına baktığımda “hormonsuz domates”leri koklamakla meşgul olan birini gördüm…
Daha da dikkatli baktığımda o kişinin siz olduğunuzu farkettim. Önce ilginç geldi…
Çünkü köylerin dışında, mis gibi kokan kırmızı domatesler artık yok ve unuttuk kokusunu.
Aslında çok hoşuma gitti domatesleri koklamanız…
Umarım marketteki o halinizi hatırlıyorsunuzdur.
Sadece sizinle paylaşmak istedim.”
Hilal
…..
Domates kokusunu hepiniz tanıyorsunuz değil mi?.. Mükemmel bir ferahlık-rahatlık ve huzur kokar domatesler.
Bir de deniz böyle kokar; denizden çıkan bazı taşlar da uzun süre muhafaza eder bu kokularını;
“Mmmhhh!..”
Aynen, şu an masamın hemen yanında duran bu taşın da koktuğu gibi…
…..
Bu konu biter mi?..
Bitmeez!..
———————————————————
Geç kalınmış bir yolculuk
Kaçıp gitmek uzaklara, ardına bakmadan…
Yaşanan her ne kaldıysa yarım bıraktığın hepsini unutup sana tekrar kavuşmak, seni tekrar kucaklamak var… İşte bambaşka bir şehir… Tanımadık, karanlık sokaklar. Serin bir rüzgar çarpıyor yüzüme, yağmur ince ince yağıyor… Gözlerimde yaş var, yüreğimde sen… Bilmediğim bu sokaklarda sana rastlamak umuduyla yürüyorum. Işığı yanan pencerelere bakıyorum, pencereden yansıyan gölgelere. Bir anlamı olmadığını biliyorum ve oteldeki odama dönüyorum. Biliyorum herşey sensiz yarım, herşey anlamsız… Seni bulmadan dönmem, diyorum kendi kendime. Seni almadan gitmem!..
Ve geceye teslim ediyorum ağırlaşan göz kapaklarımı. İşte yine bir sabah, yine birşeyler eksik, yine yoksun yanıbaşımda… Bilmedik sokaklarını dolaşıyorum şehrin, tanımadık kaldırımlarını adımlıyorum… İnsanlara bakıyorum, yollara, kaldırımlara, evlere… Senden, sana dair bir iz arıyorum. Evlerin camlarına bakıyorum sevdiğin, vazgeçemediğin sardunyalar arıyorum balkonlarda… Seslere kulak kesiliyorum dinlemekten bıkmayacağını iddia ettiğin o şarkının nağmelerini duymak için bir evin açık penceresinden…
Seni arıyorum…
Günler birbirini kovalarken ümit türküleri tutturuyorum. Kandırıyorum kendimi bile bile…
Aldığım haberler yalan, sorduğum adresler çıkmaz sokaklara çıkıyor. İçimdeki ümit kırıntıları tükenirken ve ben yorulmuşken yürümekten; kayıp kentin kayıp çocuklarının bir zamanlar güle oynaya çığlıklar attığı bir parkta soluklanıyorum. İçimde fırtınalar kopuyor birden, yıkılıyorum.
Rüyada olduğuma ve kâbus gördüğüme inanmak isterken; hayat daha bir acımasız oluyor, farkettiriyor gördüğünün gerçek olduğunu. Elinden tutup parka getirdiğin iki-üç yaşlarında güzel kızın ve sen…
Dermanı kesiliyor dizlerimin oturduğum banktan zor kalkıyorum. Gözlerimden yaşlar akıyor. Geç kaldığımı görüyorum, bu daha bir yakıyor içimi. Bakıyorum da nasıl da mutlusun, nasıl da sevgiyle sarılıyorsun minik elli minicik kızına. Mutluluğunu teselli yapıp, gözlerimin yaşlarını silip, vuruyorum kendimi yollara. Gittikçe gidiyorum, gittikçe tükeniyorum, gittikçe…
Esra
Stop
Muammer Erkul
04 Ağustos 2000 Cuma