Satın aldığım kömürün parasını ödemeye gittiğim zaman istemiştim onu Musa’dan…
-Dişi ama, dedi.
-Olsun, diyerek aldım; fıstık renkli, kısa bacaklı, uzun gövdeli, kara suratlı, annesini emmeyi yeni bırakmış, ağzındaki bazı süt dişleri bile değişmemiş olan o köpek yavrusunu… Fıstık, çirkince bir şey aslında; ama çok sevimli. Daha da önemlisi; o artık “başkasının” değil…
Boyuna posuna, yaşına başına bakmayıp; gece yarılarına kadar karşı mahallenin köpeklerine “hav” yetiştiriyor. Kızıyorum ben de ona, uykumu kaçırdıkça. Camdan cama, duvardan duvara biribirlerine laf yetiştiren çalçenelere benzetiyorum!.. Ben kızınca o da küçük ve sivri çenesini yere koyup, gözlerini gözlerime dikiyor, kuyruğunun ucunuysa “pıt, pıt, pıt” diye yere vuruyor…
Merak işte; bahçeye salata, domates filan ekelim, dedik. İyi de ettik… Ama, bazısı parmak büyüklüğünde, kahverengi, hem ön hem de arkalarında sivri boynuzlar gibi uzun antenler bulunan, ve taze köklerle beslenen “danaburnu”ları hesap edemedik!.. Önlerine çıkan her fidenin toprak altında kalan kısmını yiyorlar, üstü de zaten aynı gün solan bitki kuruyordu…
Gazetemizin abonesi ve anne tarafımdan akraba da olan Musa Demirkol gibi eski okuyucularımızdan Rıdvan’a anlattım durumu. Çare sordum…
-Ekmeden olsaydı, ilaçlamak daha kolaydı, dedi. Şimdi, vereceğim zehri kepekle karıştırıp, şekerli suyla ıslatarak bitkilerin çevresine koyacaksın. Gece dışarı çıkınca bu yemleri yiyenin işi biter!..
Gerçekten de; ulaşabildiği bütün filizleri köksüz bırakan, bu korkunç görünüşlü hayvanların ölülerine rastlıyorum üç dört gündür, karıklar arasında.
Bu sabah Fıstık’ın kustuğunu gördüm. Üşütmüştür sandım ama tekrar kusmuş… Köpekler bazen kendilerine iyi gelecek otları bulup yedikleri için onu çözdüm… Fakat garip geldi bazı hareketleri. Çağırınca da havlayarak benden kaçtı. En uzağa gidip oturdu. Karnı kasılıyor ve sık nefes alıyordu…
Yerine baktım; suyunun tamamını bitirmiş… İnce bir çubukla ağzından çıkarttıklarını karıştırınca; sivri boynuzlarından danaburnu parçalarını tanıdım, hem de çok sayıda!..
İlaç koyduğumdan beri sadece ihtiyaç gidermesi için zincirinden saldığım Fıstık; yavru hayvanlara mahsus o merak duygusuyla, sebzelerin bulunduğu tel örgünün içine dalmış ve zehirlenmiş olan danaburnuları yutmuştu demek ki!..
Yakalamak zaman aldı. Zorla süt içirmeye çalışmak da… Korktuğu ve acı çektiği için direniyordu… O bilmese de, ben biliyordum ki; eğer lüzum ederse, işin tedavi kısmında zorlanması gerekebilirdi!..
Bu yazıyı yazarken Fıstık henüz yaşıyordu…
23.40’ta bir mesaj gelmiş telefonuma…
Uzaklardaki bir arkadaşımdan…
Gece görmemiş, sabah da Fıstık’la uğraşırken fark etmemişim…
Kelimesi kelimesine şöyle diyor mesajda:
Petro adlı bir arkadaşım var. Rum kilisesinin bekçiliğini yapıyor. İlk defa bu akşam ayine katıldım. Dilek diledim, mum yaktım. Papazı dinledim, bizi kutsadı! 🙂
Bu sabah karar vermiştim; eğer Fıstık ölürse ağlamayacaktım…
Fakat, şimdi kararımı değiştirdim; Fıstık ölmese de ağlayacağım!..
Stop
Muammer Erkul
01 Mayıs 2005 Pazar