“Şiir üzerine”ye devam [06 Temmuz 1999 Salı]

“Şiir üzerine”ye devam

Ya bendeki meraktan ya da ablamların okul dönüşü yaptıkları şeyi taklit edebilmek için, okumayı öğrenmiştim…
Babam benim için bir gazete almaya, annem de takvimlerin arkasındaki yazıları okutmaya başlamıştı.
Keyifliydim…

Aradan iki sene geçti.
Geçen yıl yaşım tutmadığı için okula kaydettirememişlerdi beni.
Ama bu arada da biz Paşabahçe’den “göçü sarmış” beşyüz hanelik bir köye taşınmıştık.
İki sene sürecek bir “macera” başlamış oldu böylece.

Okul açıldı.
Ne çok çocuk vardı burada…
Sınıfımız doldu.
Ne çok çocuk vardı burda da; hem de hiçbiri okuyamayan, yazamayan, bana göre sanki “dünyadan haberi olmayan” biir sürü çocuk!..
Umduğumun aksine, acaip sıkıcı bir yerdi burası…
Önce Ahmet öğretmen bağırıyordu; karatahtaya yazdığı harfi göstererek; “A” diye… Ardından “diğer” çocuklar bağırıyordu:
“Aaaaa!..”

Öğretmenimin “bu aptallara” harfleri öğretebilmek için göbeği çatladı!..
“Bu aptallar” sonunda ıkına sıkına hecelere geçebildi!..
Öyle komikti ki halleri!
Bazen üzülüyordum, neden bir gazete ya da bir kitap almadım yanıma, “bu aptallar” heceleri sökmeye uğraşırken okumak için, diye…
Herhangi bir şey, bu “aptalların” gırtlak paraladığı; “Aaa”lardan, “Uuu”lardan daha eğlenceliydi herhalde.
Uzun süredir kendimi tavuğun altından çıkmış ördek yavrusu gibi hissediyordum!

Bir gün öğretmenim, bütün sınıfa hece kartonları dağıttı. Bunlar, rastgele yerlerinden üçe dörde bölünmüş cümlelerin parçalarıydı. Aynı cümlenin bir “bütün” kopyası da tahtanın üzerindeki iplere asılıydı.
Karışık dağıtılan hecelerden herkese ikişer üçer tane düştü. Şimdi öğretmen, karşımızdaki bir heceyi okuyacak, o hece kimdeyse götürecek ve böylece cümle tamamlanacaktı.
Yakınımdaki sıraların üstüne baktım ve parçaları değiş tokuş yaparak uzun bir cümleyi kendi önümde birleştirdim. Ve “aptalları” seyre başladım!..

Öğretmen bir hece okudu. Biri kalkıp kendinde olan parçayı götürdü. Öğretmen bir hece daha okudu…
Ne kadar komikti bu sınıf…
Bir hece için… Sadece tek bir heceyi okuyup anlayabilmek için sevgili öğretmenimin defalarca ikaz etmesi, bağırması gerekiyordu. Bu “aptallarla” uğraşmak zordu. Seyretmek ise eğlenceliydi.

İşte gene aynı şey oluyordu. Öğretmen defalarca okumuş, defalarca ikaz etmişti…
Şimdi “köpürmüş” bir haldeydi ve bas bas bağırıyordu; “önünüzdeki heceleri okusanıza” diye… Okumayı bilseler okuyacaklardı da, nerdee!..
Öğretmen hakikaten kızmıştı şimdi.
O zavallının başına geleceklere üzülmeye bile başlamıştım; çünkü o hece nasılsa elinde kalacaktı ders sonunda…
“Ben ona göstereceğim” diye bir tehdit savurdu öğretmen ve sonraki heceye geçti.
Okudu…
Gene okudu…
Gene bağırdı…
Gene tehditler savurdu;
Çünkü gene kimsede “çıt” yoktu!..
Bu kadar aptallık olmazdı artık. Sağa sola bakıyordum, neredeyse bağıracağım; önlerindeki heceleri dikkatli okumaları için…

Öğretmen, artık “kırmızıya dönmüş rengiyle” aynı cümlenin son hecesine geçeceğini söylerken, hemen yakınımdaki Sabahattin, korkudan faltaşı gibi açılmış gözlerle hızlı hızlı koluma dokundu… Bezgin bezgin baktım suratına ve o bana önümde duran cümleyi gösterdi ki…
…O an hem donup hem tutuştuğumu hissedip, “gak-guk” diye sesler çıkarıp, parmağımı kaldırıp, tahtaya doğru koştum… Cümlenin tamamı da bendeydi!

Öğretmenime iki metre kadar kala ayaklarım durdu. Galiba çişim de geldi!..
Onunla göz göze geldik…
Ben ne renktim bilmiyorum;
Ama onun “yirmibeş metre” boyunda olduğunu ilk defa o zaman farkettim!

Deminki kadar sinirli değildi şimdi ama hem kaşları çatıktı, hem de sırıtıyordu. Bunun manası neydi ki?..
Eliyle beni yanına çağırıp;
“Gel, geeel… dedi.
Sana İstanbul’u göstereyim… Özlemişsindir!..”
İki eliyle iki kulağımdan ve kafamdan tuttu. Yavaş yavaş kaldırdı, kaldırdı, kaldırdı… Kaldırdı, kaldırdıı…
Ensesinden taşınan bir kedi yavrusu kadar sessiz, kıpırtısız ve teslim olmuş haldeydim. İstanbul’u göremiyordum ama sınıfın… Ve bu sınıftaki “aptalların” tamamı beni görebiliyordu o anda!
Yere indiğimde, öğretmenim biraz da sertçe;
“Otur yerine” dedi ve “aptallara” hece okumaya devam etti…
İşin garibi; bütün aptallar ellerindeki bütün heceleri okuyabilmişti, “biri” hariç!..
O biri kimdi, artık biliyorsunuz!..

Şimdi, durup dururken bu hikâyeyi neden anlattım?..
Basit bir sebebi var:
Ben dahil, hiçbirimiz ikaz edilmekten, kendi iyiliğimiz için bile olsa uyarılmaktan hoşlanmıyoruz, öyle değil mi?..
Pek çok kişi, tıpkı bana benziyor…
Benim yedi yaşımdaki halime!..
Buna (çoğu zaman) ben de dahilim.
Ahmet öğretmen, bağırıyor:
“Yavrum, önünüzdeki yazılara baksanıza!..”
Ben düşünüyorum:
“Yahu, şu diğerleri neden önlerindeki yazıları okumuyorlar ki?..”

Birkaç gün önce, insanların “uyarılmaktan hoşlanmıyor” olduğunu unutup, “büyük bir gaf” yaptım…
Dedim ki; “şiir üzerine” isimli yazımda:
“Gönderdiğiniz şiirlerinizi lütfen beş-on defa kendiniz okuyun, gerekiyorsa üç-beş defa yeniden yazın ve öyle yollayın bana. Çünkü şiirleriniz kendi isminizle çıkacak burada; imzanızın üzerinde daha derli toplu bir eser olsun…”
Saydım, kırkyedi kişi rahatsız olmuş bu yazıdan…
Hepsine; aynı yazıyı yarın bir kere daha okumalarını tavsiye ettim ve kendi yazdıklarını ise sık sık okumalarını…
İyi mi yaptım dersiniz?..

Binyediyüz oniki gündür bu köşede öğrendim ki; uyarılara dikkat edersem aynı konuda tekrar ikaz edilmem gerekmiyor. Ve bilmenin yolu da öğrenmeye açık kalmaktan geçiyor.
Samimi sevgilerimi hep cebinizde taşıyın, olur mu?

———————————————————

Unutma
İnsan konuşurken değil,
dinlerken öğreniyor!..

Şiir
Elif’e…
Gidenler kurtuluyor
Kalanlar çekiyor
Allah rahmet eylesin
Kardeşimize
Üzülme demicem Elif
Elden bir şey gelmez
Sen de bir gün öleceksin
Bunu sakın unutma Elif
Duygular bazen gözyaşlarıyla
Anlatılmaz kardeşim
Ben bunu çok iyi bilirim
Rabbin’e isyan etme kardeşim.
Muammer abi, ben bu şiiri adaşıma yazdım eğer bu şiirimi ona ulaştırırsan mutlu olacağım.
Benim de adım
Elif soyadımı yazmak istemiyorum. Umarım bu şiirimden bana kızmışsa özür dilediğimi de iletin lütfen.

Stop
Muammer Erkul
06 Temmuz 1999 Salı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir