Leo Blair
Hükümet politikası mıydı, yoksa (bazı iddialara göre) Batı dünyasının ülkemize bir yaptırımı mıydı bilmiyorum…
Ama gözlemlerle, öğrenmelerle ve kıyaslamalarla geçen (on-onbeş arası) yaşlarımda öğrendiğim… Daha doğrusu o dönemde bizlere öğretilen şey; az çocuk yapmaktı…
…..
Bunun lüzumuna inanmak veya inanmamaktan bahsetmiyorum şu anda. Doğru olduğunu veya doğru olmadığını da söylemiyorum. Söylediğim şu ki; o yılların bütün gazeteleri, radyoları ve televizyonu bu işe ciddiyetle asılıyor, şuuraltımıza ısrarla “çocuk sayısında sınır” motifini işliyordu…
Bizim yetiştiğimiz yılların “yanından geçenler bile” bu telkinlerden nasibini almışlardı. Çünkü çok açık, çok net bir ifadeyle öğrendiğimiz şuydu ki:
Kültürlü olmak eşittir az çocuk yapmaktır… Şehirli olmak eşittir az çocuk yapmaktır… Medenî olmak eşittir az çocuk yapmaktır!..
(Bu konunun ciddi ciddi tartışmaya açılmasından yanayım…)
Çünkü bir nesilden bahsediyorum; üçüncü çocuk geldiği zaman komplekslere kapılan ve hatta çevreye “kaza” ile olduğunu açıklamak lüzumunu hisseden bir nesilden…
O yıllarda büyükler acaba ne düşünüyordu ve bizim kafalarımızda “nasıl” şekilleniyordu resim?..
Yani bize;
“Medenî olmanız için ikiden fazla çocuk sahibi olmamanız lazım” diyen “medenî” ülke insanlarının, yapabildikleri kadar çok çocuk yapmalarını gördükçe, okudukça acaba anladığımız neydi?..
Acaba;
“Onlar medenî… Onun için çocuk yapma hakları var ve olmalı!..” Diye mi düşünüyorduk?..
Eğer böyleyse durum çok vahimdi ama…
Demek ki hiç kimsenin bu güne kadar itiraf etmediği bir kompleks içindeydik!.. (Düşündükçe neler çıkıyor, yazdıkça hayret ediyorum…) Demek ki herkes, hemen hemen hepimiz; ne kadar kültürlü, ne kadar şehirli, ne kadar medenî olduğumuzu ispat etme “güdüsü” ile davranıyorduk…
Dürüst olun, söyleyin… Bundan bu çıkmıyor mu?..
Nerden icabetti şimdi bu konu?..
Leo’dan…
Leo da kim?..
Leo; üç kiloluk bir küçük bebek.
Ailesinin; Euan (15), Nicholas (14) ve Kathryn (11)’den sonra gelen dördüncü çocuğu…
Annesi Cherie, avukat… Oldukça okumuş ve kültürlü bir kadın. Mesleğinin İngiltere’deki en ünlüleri arasında.
Babası Tony, politikacı…
Şu an İngiltere’nin başbakanlığını yapıyor.
İşin daha da ilginç olan kısmı şuydu bebek doğmadan önce (belki de takip etmişsinizdir);
Bayan Blair, kocasını her fırsatta;
“İzin alıp çocuğuna bakacaksın. Aksi takdirde başı olduğun hükümeti mahkemeye vereceğim” diye sıkıştırıyordu… Bunu Türkiye’de düşünebiliyor musunuz?.. Başbakan hükümet işlerini yardımcısına bırakacak ve evde çocuğuna bakacak…)
Bu bahsedilense 2.7 milyon anne ve babanın çocuklarına bakmak için 13 hafta boyunca ücretsiz izin alabilme hakkını getirecek olan bir tartışmaydı…
Sonuç önemli mi?..
Hayır.
Bana ne Cherie mi kazanacak yoksa İngiltere Başbakanı Tony Blair mi… Benim göstermek istediğim başka şeyler var, hepinizin anlamış bulunduğunuz gibi…
Ve çok ciddi meraklarım var;
Bir zamanlar bizlere yalan mı söylendiği konusunda…
Bunun izahını kim yapacak koca bir nesle?..
Birileri yapmalı ama, değil mi?..
Anlayalım; iyi mi ettik sadece birer-ikişer çocuk yapmakla, yoksa iyi etmedik mi!…
———————————————————
Merhamet-i Şâhâne
Sultan II. Abdülhamid’in, idaresi altındaki insanlara ne çapta bir ilgi gösterdiği ve merhamet beslediğini gösteren şu hâtıra destanlaştırılacak kadar güzeldir. Abdülhamid Han’ın uzun yıllar mâbeyn kâtipliğini yapmış Tahsin Paşa, hâtıralarında anlatıyor:
-Bir akşamdı. Mabeynde nöbetçi olarak ben kalmıştım. Gelen mektup, telgraf, rapor ve tezkerelerin listesini tertipleyip huzura çıkmak üzereyken bir telgraf geldi. İstanbul’da Laleli postanesi memurlarından birinin Yıldız’a çektiği bu telgrafta, karısının o gece doğum yapacağı, doğumun çok zor olacağına dair doktorlar tarafından dikkat işareti verildiği, elinde hiçbir vasıta bulunmadığı ve Merhamet-i şâhâneye sığındığını bildiriyordu. Bu telgrafa kıymet vermedim ve onu listeye almadım. Huzurda Padişah, âdeti icabı her şeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra ilâve etti:
-Başka birşey var mı?
Telgrafı söyledim ve arza değmeyeceğini düşünerek listeye almadığımı arzettim. Emir verdi: Hemen getiriniz. Getirdim… Dikkatle okudu ve derhal mütehassıs bir tabip ve bir yaverle doğru Laleli’ye giderek doğumu kontrol altına almalarını, benim de kendilerine refakat etmemi ferman etti.
Gittik ve işimizi bitirip sabaha karşı döndük. Bir de ne görelim?!
Hünkâr, bahçe üzerindeki odasında, ışıkları açık, cama vurarak bizi çağırmıyor mu? Sabaha kadar uyumayıp bizi beklediğini anladık. Neticeyi sordu. Doğumun zor olduğunu, fakat müdahaleyle kadının kurtulduğunu, çocuğa “Abdülhamid” isminin verildiğini, “ihsan-ı şahane”nin de aile reisine teslim edildiğini ve adamın ağlayarak ömür ve devletlerine dua ettiğini anlattım.
Bizi ayakta dinledi, sadece rahatladığını gösteren bir “oh” çekti ve sabah namazına durdu.
Stop
Muammer Erkul
24 Mayıs 2000 Çarşamba