Leylek bohçası, lahana göbeği ve patlayan gemiden gelen bebek…

Acaba herkes biliyor mu dünyaya nasıl geldiğini?..

Bu konuda çoğu bir şeyler söylerdi, ama kamyoncu Ali amcanın tombul oğlu; “babam beni damperli kamyonla getirmiş”, derdi!..

Iyy!.. Biliyorum ki hiç romantik değil… Ama sanırım ki sık sık uzun yola giden babasının özlemiyle; koca bir kamyonun havaya kalkan kasasından “löngüürt” diye bahçeye dökülmüş olduğunu düşünmek şirin geliyordu bu çocuğa…

E yani, balıkçının bebeği de “ağa takılmış” oluyordu haliyle!..

Vasil’in Dere’den gelen “leğenin içinde” bulunan bile vardı aramızda!..

 

 

Bütün zamanların çocuk getirme rekoru elbette leyleklerdeydi!

Bir tek leyleğin bile gagasında ne bohça ne de bebek gören olmadığı halde, çocukların çoğu yine de buna inanırdı. Hatta ben; iskeleye dönmeden az önce sağdaki fırının karşısında, hani camlarında ve tabelasında leylek resmi bulunan bankadan bile işkillenirdim bu konuda!..

Fakat kimsenin anlamadığı bir durum vardı: Habeşistan’dan buraya kadar haftalarca uçarak gelen leyleklerin bohçasından çıkan bebekler nasıl beyaz oluyordu?.. Ve aynı leylekler yine buradan dönerken Habeşî annelere de bohça taşıyorsa, bu götürdükleri bebekleri kimden/nereden buluyorlardı ve yine buradan giden bebekler, nasıl oluyordu da annelerinin renginde, siyah oluyordu? Yoksa havada bir tabaka vardı da, oradan geçen bebekler mi renk değiştiriyordu?

 

 

Aramızda “cami avlusundan alındığını” söyleyenler de vardı. Fakat “cami avlusuna terkedilmiş bebek” işinden her nedense büyüklerin hiç hoşlanmaması; bebeklerin geliş yollarından biri olan “cami avlusunu” tıkamıştı!

Cami avlusu, kamyon kasası, balıkçı ağı, deredeki leğen, falan filan… Böyle abuk sabuk yöntemler hep oğlan çocukları içindi.

Peki ya kızlar?..

Kızlar lahana içinden çıkardı!..

-Annem Kanlıca pazarından kocaman bir lahana almış…

-Eee?

-Eve getirip dış yapraklarını soymaya başlamış…

-Ee ee?

-O sırada bir ses duymuş. Heyecanla birkaç yaprak daha açınca bakmış ki lahananın göbeğinde pembe bir şey…

-Yani o; sen! Öyle mi?..

-Evet, o benmişim ve oracıkta öylesine büzüşmüş halde yatıyormuşum…

-Niye Kanlıca pazarından almış ki annen senin lahananı; Beykoz pazarında, içinden daha güzel kızlar çıkan lahanalar satıyorlarmış!..

 

 

Henüz tarladayken, koca bir inek gelip “haarş hurş” diye yemeye başlasaydı bu lahanaları, ne yapacaklardı çok merak ediyorum?

Ama bunlardan kibarı da olurdu bu kızların; hani gül altında bulunanlar, hani o yüzden böyle güzel kokanlar, hani güle filan benzeyenler…

-Annem bir sabah perdeyi açarken, pencereden bahçeye bakmış ki, pembe bir gül… “Böyle bir gül yoktu bizim bahçede, ne zaman büyüdü de açtı”, diye merak etmiş. Hemen dışarı çıkıp yanına varmış. O da ne! Pembe gülün altında pembe mi pembe, güzel mi güzel, küçücük bir bebek yatıyormuş…

-Sen yani!..

-Evet evet, elbette ben…

-Sen şimdi o pembe gülün yaprağındaki çiğ damlacığından düşüp büyümüşsündür, böyle bir gecede. Ve hatta şu suratındaki sivilceler de gülün sana batan dikenlerinin izleridir, kim bilir!..

-Sana ne be, pisss!..

-Sümüklü!

Böyle kaprisli, nazlı, sulu göz kızlarla bu konular konuşulmaz ki birader, ne anlar onlar! Erkek adamın oğlu elbette gül altında bulunmaz! Araba motorunun içinden çıkar mesela; ya da şu geçen uçaktan atarlar paraşütle… Paraşüt bezinden ise annesi ona kundak, odasına perde, masaya örtü filan yapar ve de iplerinden salıncak…

 

 

Benim hikâyemse evlere şenlik!

E herkes gibi olmayacak haliyle, biraz acayip olacak… Neymiş o gül altı, lahana göbeği, dereden gelen leğen, kamyon kasası, araba kaputu, paraşüt, cami avlusu, leylek bohçası filan?.. Şöyle, ses çıkacak benim dünyaya gelişimde ki, yedi mahalle duysun!..

Duymuş ta!

Yani bana öyle anlatırlardı. Derlerdi ki;

“Gemi patladı, sen bizim bahçeye düştün!”

Oooydaa! Siz hiç böyle bir dünyaya geliş hikâyesi duymuş muydunuz? Valla o zamana kadar ben de duymamıştım… Ama annem, yani o koskocaman kadın bilmeyecek de kim bilecek?.. Eğdik boynumuzu ve “peki, tamam” dedik, ne yapalım; biz de böyle gelmişiz işte şu dünyaya:

Beykoz önünde patlayan gemiden havaya uçmuşum ve beni Harmantepe’de yakalamışlar!..

İyi ama, zaman geçtikçe elbette herkes merak ediyor nasıl doğduğunu. Bir zaman geldi, ben de merak ettim. Tarih olarak tam örtüşmese bile, doğumuma yakın yıllarda böyle bir hadise var mıydı, diye araştırmaya başladım. Evet vardı!.. Hatta bu yazıyı yazarken de; yüzümü kızartıp, babama sordum nihayet, işin aslını öğrenmek için:

-Hani bir gemi patlıyor diyordunuz ya Beykoz önünde. Nasıldı o hadise?

 

 

Bir gece yarısı olmuş olay… Babam, sabah 06 vardiyasına yetişmek için yola çıktığında bakmış ki denizde iki gemi yanmakta… “Ne oldu, nasıl oldu”, herkes birbirine soruyor… Yananlardan biri Sovyet Rusya’nın [*] , diğeri Yunan gemisiymiş… O yıllarda aramızda husumet olduğunu hatırlayan insanlar, şöyle diyormuş: “İstanbul’u yakmak isteyen Yunanistan, boş gemiyle petrol yüklü bir Rus tankerine çarptı…”

Aslında kimin ne dediği de o kadar önemli değil. Biri petrol dolu iki geminin çarpıştıktan sonra yanmaya başladığını hayal edin!.. O yıllarda şehrin nüfusu üç milyon insan. Geceleri boğaz sahilleri şimdiki kadar aydınlık değil. Öyle bir patlıyor ki gemi; sanki geceler gündüz, sahiller ve bütün tepeler ışıl ışıl oluyor… Yangını söndürmekle uğraşan görevli itfaiyecilerden bazılarını Bakırköy’deki akıl hastanesine filan kaldırmışlar; facia o derece büyük yani…

Sahilin kıvrımları Beykoz, Paşabahçe ve Çubuklu’da içeriye doğru yayıldığından, boğaz bu bölgede geniş bir göle benzer. Ve sanki dev bir stadyumun tribünlerinde oturur gibi, suyun üzerinde olanlar tepelerden izlenebilir…

Çarpışmayla alev alan iki gemi, patlamalarla sarsılıyor ve suyun üzerinde sürükleniyormuş. Boş olan gemi yana yana önce yalılara yaslanmış, sahilde bir iki tehlike yaşanmış. Sonra deniz almış bunu başka tarafa sürüklemiş. Günler geçerken gemi de karşıya geçmiş, Yeniköy’deki yalıları yalayıp İstinye’deki tersaneye varmış. Burada bir gemiye dayanmış… İşin acayibi bu gemi de alev almış… Üçü birden yanmaya başlamışlar…

Bu sırada dolu olan, yani ağır olan gemi; Beykoz Kasrı’nın arkasında, Sümerbank Deri ve Kundura Fabrikası açıklarındaki sığ bölgeye oturmuş. Ve orada yanmaya devam etmiş…

Böyle tankerlerin yekpare değil de küçük küçük haznelerden/bölümlerden oluştuğunu da o zaman öğrenmiş insanlar. Her birinde başka başka işlenmiş sıvı yakıtlar.  Çünkü biri yanıyor, sonra bir başkası patlayıp yanmaya başlıyormuş… Yani gökleri tutan dehşetengiz bir petrol yangını, hem de haftalarca… Petrol türevi yakıtlar sudan hafif olduğu için; sıkılmış köpüklerle uzun bir mesafe gidip, denizin başka başka yerlerinde tekrar alev alıyor, yani denizin yüzünün cayır cayır yandığı görülüyormuş…

 

 

İlk önce tersanede bağlı duran gemiyi söndürmüşler… Sonra boş olan Yunan gemisi sönmüş… En son olarak da, petrol yüklü ve her patlayışında bulutlara kadar ateş fırlatan, geceyi gündüze çeviren Sovyet gemisi söndürülmüş. Hatta en altta kalan bölmelerdeki daha kıymetli yakıtı yanmadan kurtarmışlar…

[Benden çok önce yaşanmış olsa bile… Bu korkunç hadisenin zihinlerde kalan hatıraları uzun yıllar unutulmadığı için… Benim "nasıl doğdum" sorgulamalarım başladığı zaman da, ilk akla gelen senaryo sanırım yine "gemilerin patlaması" olmuş…]

Velhasıl, herkes almış gemisini kendi memleketine gitmiş…

Bu ülkeye de ciyak ciyak bir Muammer bebek kalmış!

…..

(Not: Bu konu burada bitmez…)


—————-

[*] EK BİLGİ 
Bu gemi aslında Yugoslav gemisi imiş.
Fakat 1943 yılında Mareşal Tito, Sovyet Rusya’nın yardımıyla iktidarı ele geçirmiştir.
1979 yılına kadar komünist Rusya paralelinde kalan ve kendisi de komünizmle yönetilen bu ülke, Doğu Bloğu veya Varşova Paktı’nın bir parçası olmadığı halde, o dönemler ("Hür dünya"dan ayrı, "karanlık dünya"ya ait anlamında)
yanan gemiye, genel isimle "Rus gemisi" denmesi tuhaf değildir.
Doğu Bloğunu Oluşturan Ülkeler ise şunlar:
1946- SSCB, Polonya, Çekoslovakya, Bulgaristan, Macaristan, Romanya, Arnavutluk(ayrıldı), Moğolistan.
1948- Kuzey Kore, 1949- Doğu Almanya, Çin, 1954- Vietnam, 1958- Küba.


Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir