Ne oldu? [16 Eylül 1999 Perşembe]

Ne oldu?

– Olur da gönlüne düşerim diye beklemekten daha güzeli var:
Gönlümde olduğunu bildirmek…

– Kimsenin gözleri ve yüreği böyle gülmez… Dünyaları verseler değişmem bu mutluluğu! İnan anlamıyorum; kalp atışlarımın hızlanmasını, içimdeki horonları, halayları…

– Büyümeli hayallerim…
Kocamansa hayaller değer uzaklara, dokunur sevgiye ve selam götürür, getirir…
Ne haldesin?
Gülümsemelerde misin?..

– Üşüyor musun?
Uzat elini; bir dokunuş kadar yakınım, bir nefes kadar…
Tak kanatlarını gel ya da, sarıl sıcağıma!
Kapat gözlerini; varsay ki yok dışımızdaki herşey!

– Sen, bir… Nesin?..
Kimsin?
Nesin sen; gönlü kanatlı yaratık?..
– Sadece seviyorum! Bütün mesele bu…
– Kii mii?
– Bazı cevaplar anlaşılmayı bekler!
– Bunu mu düşündün altı saatten beri? Soru neydi: Kii miii?
– Söyledim ya…
– Ne söyledin?
– Seni seviyorum…

– Bunu bir daha söylemeyeceğine iddiaya girerim, kaybetmeyi umarak!
– Seni seviyorum.
– Ciddi isen kaybettim… Yo, kazandım! Öyleyse dile benden ne dilersen…
– Bu durum senden bir şey dileme hakkını veriyorsa, sevgini diliyorum.

– Nasıl, ne kadar, ne şekilde?
– Verebileceğim en çoğu, en özeli! Ben sevgimiz bir olsun istiyorum, kim bilir ne kocaman olurdu.
– Senin için ne dememi, ne yapmamı, seni nasıl sevmemi istiyorsun veya isterdin?
– Benim ol, demeni… Benim olmanı… Son sevgilin gibi sevmeni isterdim.

– Canımın ılık yeli…
Bilir misin ki; her aynanın ardı, her çorabın tersi, her üzümün çöpü var!

– Ve her gülün dikeni var, (galiba) şu an canını acıttığı gibi!

– Sesin neden çıkmıyor?
Fırtına mı çıktı oralada?
Çiçekler mi soldu?
Ne oldu?..

Sapanında bir taşım
Savrulur deli başım…
Sapanında bir taşım!

Göğe konamam… Yerde duramam.. Kanat kıramam; hedef vuramam.
Atma beni; “atabileceğini” bildiğin için…
Fırlatma beni.

Savrulur deli başım… Başım döner;
Sana doğru!
Yuvarlanırım.
Fırlatma; tutunamam bulutlara…
Boşluğa uzanırım, düşerim;
Sana doğru!
Sapanında bir taşım…
Kavrulur deli başım!

Sapanında bir taşım…
Sen;
Döşeğim, suyum, aşım…
Yolumda arkadaşım…
Sırdaşım.
Sus…
Sus öyleyse ve susuzluğumu dinle.
Sus ve susuzluğunu içir bana!

Yüreyebilecekken dur, konuşabilecekken sus… Ve beni atabilecekken tut.
Savrulur, varsın savrulsun…
Kavrulur, varsın kavrulsun…
Sen bil ki; avucundayım…
Sapanında bir taşım.

———————————————————

İstanbul’da sükûnet

Osmanlı’nın bütününü dürüp, buruşturup “çöpe” atma heveslisi ağaç mantarları için, İstanbul’da 14 yıl kalan Fransız De la Montraye 1727’de diyor ki:
“Tek hırsızlık vak’ası duymadım. İstanbul dışında 6 Rum eşkıya yakalanıp cezalandırıldı.”

İstanbul, 1835 senesine kadar dünyanın en büyük şehri…
Bu büyüklük, kendi içinde pek çok büyüklüğü de bulunduruyor elbette.
Kayıtlar, yine pek çok şeyi anlatıyor her zaman olduğu gibi.

Kanunî Sultan Süleyman Hân devrinde (1520-1566) yılda işlenen cinayet sayısı ortalaması sadece 1 (bir) adet.
1769’da Sir James Porter diyor ki:
“İstanbul sokaklarında ne ayaklanma, ne hırsızlık, ne düzensizlik bilinmez.”
1740’ta Fransız Comte de Bonneval:
“Osmanlı Devletinde hırsızlığa, haksız ve zorba bir davranışa hiç tesadüf etmezsiniz.”
7 yıl sonra yine Fransız Guer’den bir not:
“Osmanlı Devleti’nde asayişin mükemmelliğini görmek, ne derece medenî olduklarını anlamaya yeter.”
17. asırda yaşamış olan Evliya Çelebi ise şöyle kayıt tutmuştur:
“Geceleri İstanbul’da 12.000 bekçi vazifelidir. Her sokağın bir bekçisi vardır. Bunlar sokak halkını çok iyi tanırlardı.”

İstanbul, Osmanlı zamanındaki huzuru özlüyor mu ne?

Stop
Muammer Erkul
16 Eylül 1999 Perşembe

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir