İnsanların üstüne kaşınmak!.. [11 Ağustos 1999 Çarşamba]

İnsanların üstüne kaşınmak!..

“Ablam” bağlamış kendi bacağına bir “koca” taşı… Atmış kendini boyundan derin bir suya, yırtınıp durmada;
“Kocam bana şöyle yaptı, böyle yaptı!..”

Amcam almış eline sazı… Toplamış milletin işsiz güçsüz olanlarını başına, kan ter içinde kendini paralamada;
“Şu kazıktan kalktım, bu kazığa oturttular!..”

Cızırtılı radyolara benzeyen diz dövücüler de “suyun halkaları” olmakta;
“Yaa, vah vaah… Benim de, benim de!..”
“Hii, ah aah… Beni de, beni dee!..”
Sular kirlenmede ve halkalar sular kirlendikçe artmakta…

Her pazarda pazarcılar pek çok şey satar… Ama her pazarcının da ne sattığını bilir herkes ve ona göre toplanırlar başına.
Bunca yıldır çok şey yazmışızdır biz de. Sağa-sola sapmışızdır, doğru veya yanlış yapmışızdır…
Lakin, ardımızda da bir “iz” bırakmışızdır.
Düşünüp dururum;
“Bu iz nerden nereye uzanır?..
Bu izi takip edenler hangi istikamete doğru gider?..” diye hesaba çekilir miyiz bir gün?

Limoncuda iç çamaşırı, yumurtacıda karpuz bulamayacağını bilir de herkes; bizim neler yazdığımızı ve neler yazacağımızı bilmez mi?..

Ablam bağlamış kendi bacağına bir koca taşı… Atmış kendini boyundan derin bir suya, yırtınadurmada;
“Kocam bana şöyle yaptı, böyle yaptı. Hadi, üzülün halime!..”
Olur!
Amcam almış eline sazı… Toplamış milletin en aylak olanlarını, ortalığı paralamada;
“Şu kazıktan kalktım, bu kazığa oturttular… Hadi dövünün bakalım!..”

Kabul günü kadınları ile kendini aşık zanneden başı dumanlı birahane delikanlılarını ağlatır da bu mavallar… Fakat meyhane duvarlarından başka yerde zırlayamayan şarkılar gibi, yazık ki kendilerini dinleyen aylakların işleri çıktıkça terkedilip kalırlar. Onların yerine yeni çaylaklar üşüşür…

Elimizde çiçekler var… Nereye dikeceğiz?
Bize verilmiş kaabiliyetler var ve önümüze “konmuş” kağıtlar-kalemler var.
Ama bizde olması gereken; “sorumluluklar” var!..
Bir de soru var kendimize sormamız gereken:
“Parmağım, (kendi çukurlarımdan başka) zirveleri gösteriyor mu?..”
Öyle değil mi; “kaşındıkça” döktüğüm kepek, hafızalarda hangi işe yarayacak, onlara ne fayda verecek?..
Bizden aldıklarıyla yarınlara gidecek insanlar… Ve bizi de “yanlarında” götürecekler.
Onlara nefes vermeliyiz öyleyse…
Onlara enerji vermeliyiz…
Onlara moral vermeliyiz…
Özal’ın çocukları benim kadar “kocaman gözlerle” izliyor muydu kendi babalarını bilmiyorum… Ama ben bu misyon ve vizyon adamından “yürümeyi” öğrendim…
O, “Kaşıkçı Elması”na dokunmadan, onu satmadan, onu ufalamadan hepimize birer Kaşıkçı Elması vermişti!
Elbette onun da kendi bitleri-keneleri vardı kanını emen; ama o kimsenin üstüne kaşınmıyordu!..

Uzatırsak sıkar mıyız bilmiyorum?..
Ama sıkıyorsak; “sıkılmış” olduğumuzun resmidir…
Paralanıyor birileri; tahliller yapıyor, kafa yoruyor, tecrübelerine ve tecrübelilere danışıyor, okuyor, çiziyor… Sonra “reçeteler” koyuyor ortaya…
Birileriyse hastane kapısında, reçetelere kocakarı ilaçları sarıyor!..

Yapmayın bunu. Sen de yapma!
Yapmasın hiç kimse…
Herkesin gamı-kederi var, herkesin kötü tecrübeleri-sıkıntıları var.
Ve sulara atıp ondan kurtulduğumuzu sandığımız her taşın suda halkaları var!..
“Yazıyorum, konuşuyorum” diyen herkesin sorumlulukları var; okuyucusunun ve dinleyicisinin yarınlarıyla ilgili… Üstelik işte bu insanların “kendisini de” taşıyacak olduğu yarınlarla ilgili…
Anlatabiliyor muyum?

Heey!..
Anlatabiliyor muyum;
“Abilerim, ablalarım…
Şu elimde görmüş olduğunuz “koca problemini” alıp gitmiyorsunuz… Ayrıca yanında ücretsiz olarak iş arkadaşları problemini, görgüsüz insanlar problemini ve şu, şu, şu problemleri de ücretsiz veriyorum, diye yaygara koparanları, neden gözlerimizden ışıklar çıkartacak yazılar yazmaya davet ettiğimi?..
Anlatabiliyor muyum?

——————————————————-

Nerdesin
En çok naz yaptığım insan…/En çok kızdığım kişi…/En çok özlediğim yürek…/En çok sohbetine hasret kaldığım…/Ençok gece gözlerini sevdiğim…/En çok sevdiğim sevgi insanı…/En çok yakın gördüğüm dostum…/En çok… En çoğum!../
Nerdesin?../Meçhulde kaybolan güneşim…/Sesim, solugum, nefesim…/Nerde kahkahan, nerde o meltem sesin?../Hadi dön, hadi gel../Ya ses ver, ya da yüreğime sevmeyi öğrettiğin gibi unutmayı da öğret!../Var mıydı böyle yalnız bırakmak, var mıydı vefasızlık dostluğumuzda?../
Özledimmm… Çok…çok özledimmm…/Sesim her defasında yankı yapardı o heybetli, dağ yüreğinde…/Bazen hiç söylemediğim sözleri işitirdim o heybetli dağdan…/”Seviyorum” kelimesi yankı yapardı./Benim yüce dağım ses vermeden de seslenirdi bana…/Şimdi nerelerde?../Solmakta yapraklarım./Gelen mevsim ilkbahar habercisi…/Sen, “gelinciği” sensiz sonbaharlarda bırakma…/Özledimmm…/Seviyorum…/Hey… Seni seviyorum./Nerdesin?..
Gelincik

ÖĞRENDİM Kİ!
Her insan, bir sineğin cama tosladığı gibi, önceden göremediği engellere çarpabilir… Ama hiçbir insan da; bir pencerenin açık olmayan tek kanadındaki camda kendini telef etmeye çalışan bir sinek kadar aptal değildir!

Stop
Muammer Erkul
11 Ağustos 1999 Çarşamba

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir