Geçenlerde hiçbirimiz cep telefonlarımızı açamamıştık korkudan. Tembih üstüne tembihler alıyorduk çünkü;
“Sakın haa, yarın telefonunu açayım deme. Çünkü gelecek olan bir mesajla virüs bulaşacak ve sapıtacak telefonlar…”
Hadi bakalım… Sıkıyorsa “alo” de!
Kimse telefonunun komut kabul etmemesi, programının bozulması yahut faturaların mantık dışı şişmesi gibi riskleri göze alamadı ve koptu o gün irtibatlar…
Aslında, hepimizin zihninde “virüs” kelimesinin mutlaka bir yeri vardır. Karanlık, ürperti veren bir “çekmece”ye doldurmuşuzdur bu konuda bildiklerimizi.
HIV virüsünün insanın bağışıklık sistemini yıkarak AIDS denen ölümcül hastalığa sebep olduğunu biliriz mesela… Mesela çok tehlikeli salgınlar halinde dolaşan çocuk hastalıklarını biliriz, virüslerin sebep olduğu. Fakat hepimiz aşılanmış olduğumuzdan kızıl, kızamık gibi ölüme sebebiyet verebilecek bu hastalıkları basit bir soğuk algınlığı gibi atlatırız… Sarılık da sıkça önümüze çıkan ve neticede virüslerin “taarruzu” olan bir hastalıktır.
Yani hepimiz “virüs” kelimesini duyduğumuzda şöyle bir durur, irkiliriz.
Bir de bilgisayarlarla uğraşanların derdi olan virüsler vardır ki; olmayacak sıkıntılara sokarlar insanı. Programlar karışır, bozulur ve mecburî istirahate ayrılır makineler.
Bozulan programlar, silinen bilgiler, sapıtan görüntü ekranı, komut gönderemeyen maus veya tuşlar…
Kötüsü; bir virüs, bulunduğu makine ile temasa geçmiş olan diğer bütün makinelere de bulaşmıştır. Ya belirtiler hemen farkedilir veya daha özel yazılmış birşey ise virüsü kapmış olan makinelerin “tamamı birden” hastalanır.
Böyle durumlarda da haliyle pirincin taşını ayıklamak zor olur.
Yanlış hatırlamıyorsam 93 senesinde buna benzer bir olay yaşamıştık. Yurtdışından gelen bir virüs bulaşmıştı makinelere. Hazırlanış tarihi oldukça eski, yani yayılma süresi geniş olan bu tehlike için uyarıp durmuştu gazeteler. Ama neticede yapılabilecek pek birşey de yoktu. Ayın onüçüne rastlayan ilk Cuma günü makineler felç olacaktı…
Malum, gavuristanda “onüç” rakamı 1453 senesindeki rakamların toplamı olduğundan uğursuz!.. Cuma ise âlem-i İslâm’ın bayramı.
İşte bu iki “uğursuz” günün kesiştiği tarihte, gün; “onüç-cuma” virüsünün günüydü.
Bilgisayarlar bunca yaygınlaşır, virüs kelimesi de bu kadar duyulursa bazıları ne yapar?.. Yine aynı yıl, anlatılanlara göre yapmışlardı yapacaklarını:
Kurşun gibi gelip, “zınnk” diye duran arabadan atlayan delikanlı, acil servise dalan kazazede paniğiyle İstanbul Teknik Üniversitesi’ne giriyor;
“Ölmek istemiyoruum…”
“Hayırdır, ne var?..”
“Beni kurtarın, derdime bir çaree…”
“Nen var, ne oldu?..”
“Virüs bulaştı.”
“Ne virüsü?”
“Bilgisayar virüsü!..”
“!..”
Üniversite görevlileri önce dalga geçildiklerini zannediyorlar, ama değil… Kahkaha krizinden kurtulanlar garibanı teselli etmeye falan çalışıyorlar, ama gözleri tekerlek tekerlek açılmış, beti-benzi uçmuş, eli-ayağı biribirine dolaşmış zavallının morale ihtiyacı yok ki, tedaviye muhtaç!..
Anlatıyorlar anlamıyor, söylüyorlar dinlemiyor… Yok, yok, yok… İlla ki “kurtarttıracak” kendisini bilgisayar virüsünden!
Sonunda koca koca profesörler kafa kafaya verip,
“Ölmek istemiyorum. Kurtarın beni şu bilgisayar virüsünden…” diye debelenip gözyaşı döken bu kandırılmış zavallının derdine bir çare bulmaya karar veriyorlar.
“Tamam, diyorlar. Belirtiler çok açık. Hastalığını teşhis ettik…”
Bu arada bir diğeri de el çabukluğuyla doldurduğu damlalıktan, “hastasının” önündeki çayın kenarından aldığı kesme şekerin üzerine iki damla “su” damlatıyor ve yemesi için verirken;
“Al, diyor. İşte ilacın bu!..”
Sonra ne mi oluyor?.. Tedavi olan garip, huzur içinde kendisini işleten arkadaşlarının yanına dönüyor.
Stop
Muammer Erkul
21 Mayıs 1999 Cuma