Sekiz-on sene önce… İstanbul’da büyük bir spor kompleksi. Bütün tribünler ve zemine yerleştirilmiş koltuklar dolu… Kocaman bir sahne; bayraklar, balonlar, iri iri yazılar, renkli afişler, posterler… Ses düzeni şahane… Müzik yüksek perdeden… Dış dünya ile bütün bağları kopartıp konsantrasyonu giriş kapılarının içerisine toplamak için azami gayret sarf edilmiş.
Sahnenin üzerine ve her iki yana yerleştirilen dev ekranlarda salonun içinde eğlenen neşeli insanlar yayınlanıyor. Bazen de seminere motivasyonu daha da artırmak için hazırlanmış özel videolar gösteriyorlar… Heyecan dorukta…
Birkaç kısa konuşmayla seminer başlıyor. Özellikle seçilmiş sıkıcı olmayan, hafif konular ve heyecan artırıcı bir üslup… Alkışlar, alkışlar… Kısa arada müzik daha da artıyor…
Biri sahneye çıkıp mikrofona doğru koşuyor; bekenen, özlenen konuşmacı için birkaç cümle söylüyor… Ve sonra… Sanki bu ismin her harfi birer kristal bardak, birer billur avize de; dudağından çıktığı an yere düşüp kırılmasından çekiniyor gibi adını telaffuz ediyor… Öyle bir alkış kopuyor ki ancak bu kadar olur, sanki yer yerinden oynuyor. Koltuğunda oturan kimse kalmıyor, herkes ayağa kalkıyor…
Nihayet… İyi giyinmiş, bakımlı ve gayet dinamik görünen konuşmacı kararlı ve seri adımlarla sahnenin ortasına geliyor, dimdik duruyor, kendisini ayakta alkışlayan beş binden fazla insanı süzüyor ve yerinde bir jestle kendisine sunulan alkışları asıl sahiplerine iade ediyor…
O şu anda, dudaklarında kocaman bir gülümse ve göğsü kabarık olarak; öğrenmeye arzulu bunca kişiye bilgilerini aktarmak ve tecrübelerini paylaşmak için hazır… Elini kaldırıyor yeter artık, der gibi…
-Thank you… Thank you…
Aynı anda konuşmaları çeviren simültane tercümanın sesi duyuluyor:
-(Teşekkür ederim, teşekkürler…)
O zaman, sanki susun değil de; bağırıp çağırın, çıldırın demiş gibi iyice artıyor tezahürat. Islıklar ve çığlıklar çınlıyor ortalıkta…
-Thanks, thanks. Let’s start.
-(Teşekkürler, teşekkürler. Haydi başlayalım!)
Biraz daha bekleyip dalgalanan, heyecanlı kalabalığa ışıltılı gözlerle bakarak konuşuyor:
-They said it to me… But I did’nt believe… I couldn’t believe.
-(Bunu bana söylemişlerdi. Fakat inanmamıştım. İnanamamıştım…)
-They said that they are each an animal!..
-(Demişlerdi ki onların hepsi birer, hayvandır!..)
…..
Uzun zamandır kesilmeyen alkışlar birdenbire hafifler gibi oluyor… Konuşmacı, tercümanının tereddüdünden ve izleyenlerin halinden bir tuhaflık olduğunu sezerek, daha bir kuvvetle haykırıyor:
-They said that Turks are each an animal when I was coming here. But I didin’t believe. Now I see, it’s completely true…
-(Buraya gelirken; “Türkler birer hayvandır” demişlerdi de inanamamıştım. Meğer ne kadar doğruymuş!..)
…..
Ön sıralarda oturup, durumu kurtarmaya çabalayanların dışındaki herkes; beş-altı bin insan alkışlamayı kesiyor şimdi, kollar aşağı sarkıyor, kaşlar çatılmaya, yumruklar sıkılmaya, homurtular yükselmeye başlıyor… Sahnedeki adam şaşkın, heyecanı geri getirmek için, var gücüyle bağırıyor:
-Animaaaals!.. Animaaals!..
Tercüman çeviriyor:
-(Hayvanlaaar! Hayvanlaaar!..)
…..
Tam o sırada, işi bilen biri devreye giriyor. Mikrofonu kapıp;
-Arkadaşlar, diye araya giriyor. İngilizcede “animal” kelimesi iki anlamda birden kullanılır. Bu yüzden az evvel yanlış tercüme edildi. Burada söylenen kelimenin manası “canavar”dır, diyerek sahnedeki konuşmacının söylediklerini kendisi çevirmeye başlıyor:
“…Onların hepsi birer canavardır, demişlerdi bana. İnanılmazsınız… Gerçekten de canavar gibisiniz!..”
Hani “önemli değil” diyenler oluyor bazen…
Halbuki yazarken, okurken, dua ederken, konuşurken, rica ederken, kavga ederken ve hayatın her aşamasında “bir tek kelimenin bile ne kadar önemli olduğunu” hatırlayalım diye anlattım bu hatırayı…
Stop
Muammer Erkul
10 Ağustos 2006 Perşembe