Türkisch’çe konuşan çocuklar :) [11 Ağustos 2006 Cuma]

Birinci kuşak; fakir ama gururluydu… Yük taşıdılar, çile çektiler, ezilip horlandılar ama inat edip, asla hiç bir şeylerinden taviz vermediler…
Az çok dünyalık kazananlardan bir kısmı geri döndü köylerine. Hepsi dönmek için gitmişti aslında; çarığını saçağa asıp, sabanını saçak altına çekip, sanki kasaba pazarına gider gibi. Ama çoğu için kolay olmadı dönmek, mümkün olmadı…
İhtiyaçlar arttı, şartlar değişti; hastalıklar, ölümler, gönül vermeler oldu; yeni ve farklı imkanlar serildi önlerine, iş kapıları açıldı filan…
Kendi ayakları biraz sağlam basmaya başlayınca eşleri de geldi peşlerinden, sonra sırayla çocukları…

İkinci kuşak; ana babalarından farklıydı. Öyle kaskatı inat edemediler, direnemediler çoğu. Alman, Fransız, İtalyan, Hollandalı, Belçikalı, Avusturyalı ya da oralarda bulunan işçi çocuklarından arkadaşlar edindiler. Bu toprakların asıl sahipleri ve zengin kesim bütün göçmen işçileri ikinci sınıf insan gördüklerinden; bulabildikleri arkadaşlarından çoğu pek te ipe sapa gelecek cinsten değildi…
Ana babalar akıl almaz bir tempoda çalıştırıldıkları… Bir an evvel kazanalım da vatanımıza dönelim, diye düşündükleri… Alıştıkları veya danıştıkları akıl hocalarından, büyüklerinden uzak kaldıkları için çocuklarıyla yeterince ilgilenemediler. Süregelen alışkanlıklar dahilinde; kendi köklerinden gelen çoğu “gıdaların” kesildiğini ancak yıllar sonra fark edebildiler.
Fakat ikinci kuşak şaşırdı. Ne ana-babaları gibi kalabildiler, ne de bulundukları ülkenin insanları gibi olabildiler… İkinci kuşak kabusudur göç dalgasının; çoğu kalelerin verildiği dönemdir!

Üçüncü kuşak ise kendilerini öncekilerden başka hissetti…
Ne onlar kendi durumlarını yadırgıyor, ne de onları yadırgıyordu diğer insanlar. Onlar da yaşadıkları ülkelerin vatandaşıydı, yaşadıkları ülkelerin insanları kadar sahip çıkıyorlardı bu ülkeye ve onlar kadar çalışıp/ders çalışıp onlar kadar faydalı oluyorlardı…
Farkları da, güzellikleri de; köklerinin Anadolu’nun bir yerlerine bağlı olmalarıydı… Her biri ayrı şehirlerden, farklı yörelerden besleniyordu; duygu, töre, dil, ve hatta “gıda” olarak…
THY bu güne kadar acaba kaç ton turşu taşıdı Almanya’ya ve diğer ülkelere?.. Kayısı, dolma için kurutulmuş patlıcan, biber, bamya… Sumak eşkisi, sarımsak, tarhana, otlu peynir, fındık, çay, ceviz, her çeşidinden yağ, pastırma filan taşıdı?..

Geçenlerde bir genç kız gördüm, çiçek gibi. Üçüncü kuşak Almanya doğumlu… Ana dili Almanca, okulda öğrendiği dil İngilizce…
Doğduktan sonra anneannesi gelip birkaç yıl onunla ilgilenmiş… Her sene tatilde bir veya iki hafta büyük babasının köyünde kalıyor, fırsat bulursa bir hafta da teyzesine gidiyorlarmış…
Buraya kadar her şey yolunda gibi, değil mi? İşin ince kısmına şimdi sıra geliyor, dikkat edin:
-Bizimle gelmek istiyor musun, diye sordum… Bir süre düşündü, annesine bir şeyler fısıldadı ve heyecanla;
-Gealiyom, dedi!..
İncecik, tahsilli, iki yabancı dil bilen, bakımlı ve zengin görünen bir genç kız bu… Görünüşü böyle, ama konuşmaya sıra geldiğinde “çirkin ördek yavrusu” gibi hissediyor kendisini! Bu yüzden, yüreklendirilmeden konuşmak istemiyor, fakat kompleksi yok, kendiyle barışık…

Ev içi ve mutfak malzemeleri, bebek ve çocuk bakımı, temizlik ve kadınları ilgilendiren dantel, örtü filan gibi konular açılınca (ilçesini söylemeyeyim) tipik bir ege ağzı ile konuşuyor!..
Yılda iki hafta yaşadığı şehirden, dedesinden, ninesinden ve esnaf dedesinin iş yaptığı çarşıdan bahsetmeye başladığında (şehrini söylemeyeyim) bariz bir güneydoğu şivesine dönüyor…
Sıkça telefonla konuştukları teyzesinden ve özellikle kuzenlerinden konu açilursa pilun pakalum pizum kiz nasil konişay?..
 

Stop
Muammer Erkul
11 Ağustos 2006 Cuma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir