“Çok mersi!..” [14 Şubat 2000 Pazartesi]

“Çok mersi!..”

Fırtına günleri değil ama hava soğuk.

Sapağa yaklaştığımızda sola sinyal veriyor ve iyice sağa yanaşıyorum. Arkamızdan gelen araç selektör yapıp geçiyor yanımızdan. Karşı istikametten gelenlerden biri uzun farlarını yakmış, art arda geçiyorlar ve yol boşalıyor.
Sapağa giriyorum. Demiryolu açık. Hemzemin geçitte iyice yavaşlıyorum. Hafiften sarsılarak rayları aşıyoruz.

Yolun üstünde taka benzer bir şey var; kasabaya hoşgeldiğimizi söyleyen… İki yanımızdaki salkımlar, akasyalar ışığımızdan aydınlanıyor.
Köprüye varmak üzereyken aniden duruyorum. Birinin elinde torba olan iki kişinin yanından geçtik…
Aklıma; bir zamanlar burdan yaya yürüdüğüm geliyor. Rüzgarın, yakalarımın örtemediği kulaklarımı bıçak gibi kesişi, korkmasam bile birbirlerinin peşinden koşan köpeklerden tedirgin oluşum… Ve ardımdan parlayan her far ışığının bir umut olup içimi aydınlattığı…
…Ama dolu veya boş hiçbir vasıtanın, beni de almak için durmadığını düşünüyorum.

Geri vitese takarken; “Alalım şunları da!..” diyorum hanıma.
Sağ omuzumun üzerinden bakarak geriye giderken, arka koltukta oturan kızıma kenara kaymasını söylüyorum.
Adamların ikisi de elli yaşın üzerinde gözüküyor. Hatta birinin daha da yaşlı olduğunu farkediyorum yanlarında durduğumda.
Onlar da kendi aralarında konuşuyor olmalılar ki, kapıyı açanın; “Bunlar zaten bizdenmiş!..” dediğini işitiyorum.
Diğeri, elinde torbası da olduğundan, sığıp sığamayacağının endişesini taşıyor. Bu biraz da zahmet verip vermeyeceklerinin tereddüdü olsa gerek.

Toprak insanlarında hep oluyor işte bu hassasiyet…
Her işlerini kendi başlarına halletmeye olan alışkanlıklarından; bacakları yerinde duruyorken, yürümemek bile tuhaf geliyor bazılarına!
Aylardan Ocak…
Bir zamanlar, bu aynı yolda neredeyse kulak zarlarımın titrediği, neredeyse kafatasımın takırdadığı geliyor aklıma…
İkisinin de arabadan inerken edeceği duaları şimdiden duyar gibi oluyorum.

Konuşmuyoruz pek.
Bizim muhabbetimiz de onlar bindiğinde kesilmişti zaten.
Ortadakinde laf açmak için bir arzu seziyorum ama, yol kısa. Cam kenarında oturan büyük torbasını kucağında tutuyor. Başında kasketi var.
“İyi yaptın be, diyorum kendi kendime.
İyi yaptın. Afferin sana!..”
Sonra, bunu ilk defa yapmadığım geliyor aklıma. Her defasında birinden dua almak az ticaret mi?
Arabadan inerken edecekleri duaları düşünüyorum tekrar, seviniyorum.

Kasabaya girdiğimizde nerede ineceklerini soruyorum.
“Nerde olsa ineriz” diyorlar.
“Tamam da, biz Belediye binasının ilerisine gidiyoruz. Sizi meydanda mı indireyim, yoksa o tarafa mı geleceksiniz?..”
Ardından, ikisinin de karşı mahalleden olduklarını anlıyor ve aniden okulun köşesinden dönüp;
“Parkın altında bırakayım bari!” diyorum.

Herkes için en uygun olan yerde duruyorum.
Karanlık ve kucağında torba var… Kapıyı açamıyor kenarda olan. Sessizliğindeki mahcubiyeti kokluyorum.
Toprağın içinden çıkan adamların çocuk saflığına bayılıyorum aslında. Kızım da mahmurlaşmış gözlerle ve sessizce onları izliyor.
Tam arkadaşı yardıma yeltenmişken açılıyor kapı…
Kusura bakmamamızı söylüyor ortadaki, diğeri inerken.
Gülümsüyorum.
“Estağfurullah” diyorum.

O da indikten sonra “hayırlı akşamlar”ım titreyip donuyor ağzımda, çıkamıyor…
Çünkü, biraz eğiliyor yolcumuz;
“Çok mersi!..” diyor ve kapatıyor kapıyı.

——————————————————–

Derde deva
Bunca gayretin niye
Bu pür telaşın
Sen canıma tebelleş
Günlerden o gün
Batmışsın canıma bir batış
Canımdan çık desem, canım çıkıyor
Kim unuttu içimde seni
Ben miyim sen mi unutkan
Sensiz değil onca anın hiçbiri
Bak
Yine birlikte kanattık şafağı
Her akşam gurubu kanatır gibi
Geçmiş gibi canıma
Her bir tırnağın
Ve
Her bir pençenden sızar gibi kan
Sensiz bir an olsun bir an desem
Aldığım her nefeste iksiri nefesinin
Acı ve de canhıraş!
Sen tatlı bir zehir
Yarı hazdan, ısırgan!
Günlerden o gün
Bir diken ki batmış canıma çıkmaz
Canımdan çık desem
Yaram kanıyor
Derde devan yok, devasız!
Canım yanıyor…
Canım yanıyor!..
S. Yürük

ŞİİRİN ŞİİR OLDUĞU ZAMANDAN:
Koşma
Bir daha o fırsat geçer mi ele,
Dün gördüm bugün de göresim geldi.
Gülüşü o kadar hoştu ki hele,
Lebinden goncalar düresim geldi.
Hem küçük, hem güzel, hem utangaçtı,
Gözleri gözümden daima kaçtı,
Saçları ne güzel, ne ipek saçtı,
Öpüp okşayarak öresim geldi.
Yüzü benziyordu bahar ayına,
Kaşları can yakan aşkın yayına,
Hasretle kapanıp hâk-i pâyına,
Yüzümü, gözümü süresim geldi.
Yusuf Ziya Ortaç (1895-1967)

Canım
Hasretin akşamı kolluyor gündüz,
Bu işin çaresi yok gibi canım…
Bakışın o denli kayıtsız, dümdüz,
Sözlerin bağrıma ok gibi canım…
Daha ne; susmuşsa hayırsız dilim?
Özür dileniyor hasret mendilim…
Kelebekler kadar titrektir kalbim,
Bir gülüşün bile çok gibi canım…
Dünya dönüp durur böylece, niçin?
Düşmüşüm ardına meğer bir hiçin.
Hakkını helâl et üzdüğüm için,
Bu sevdan başımda tak gibi canım…
Gelmenle güzellik ufka serilir,
Virane gemime liman verilir,
Buz tutmuş dilekler çözülür, erir,
Seninle siyahlar, ak gibi canım…
İ. Palalı

Seviyor sevmiyor

“İki şey ruhumuzu karartır; konuşacakken susmak, susacakken konuşmak…”
Sadi

“Derin olan; kuyu değil, kısa olan; iptir!..”
Konfüçyüs

Stop
Muammer Erkul
14 Şubat 2000 Pazartesi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir