Saklambaç (!) [20 Şubat 2002 Çarşamba]

“Saklambaaaç oynaayaaan kaleyee mumdik siiin… Saklambaaç oynayaan!..”

Konuşmuştuk ya; okuyanlar, aslında okudukları satırları yazan kişiyi okumaya çalışmaktadır!.. Ama yine okuyanlar bilir ki; yazan kişi kendilerinden saklanmaktadır…
Okuyan, işte bu gizliliği açığa çıkartmak, yani kelimelerin ardına gizlemiş olan kişinin, “asıl” kim olduğunu, “aslında” ne söylemek istediğini anlamak ister…
…..
Yazanı “cazip” kılan;
Okuyana “sattığı” hayaldir!.. 

İşte tam burda bir vazife yüklenir ki “cazip olan”ın sırtına;
Kaçmak!..
Peki nereye?..
Şimdilik sadece kaçanın bildiği… Belki gözlerden uzak, ve loş, ve gürültüsüz; ama güzel sesli kuşların, havadaki ılık esintinin camgöbeği rengi uzun saçlarını tarayıp; isimsiz sıfatlarla bir kilim gibi huzûr dokuduğu… Ve aşkın, ilân edilmek ötesi, kalbe benzer biçimiyle alınıp, sanki bir Hind cevizi gibi ortaya konduğu… Ve hattâ, şiddetle dahî zor kırılan bu nesnenin, bir reddile paraaamparçalandığı zaman,,, içinden yine, ve yine ve yine bembeyaz sütler sızacağı mekâna doğru kaçmak!..
Geniş yaprakların ardından, “görünür gibi” yapmak…
Sonra, üstünden geçerken karnını gıdıkladığı rüzgârın gülüşünü âşığına duyurmak!.. Ama sonra, bir adım daha çekilmek geriye, sonra bir adım daha, sonra bir adım daha… 

Kendini vermenin en çirkin şeklidir belki de; “al” demek!..
Yazan, işte bunu bilen kişidir…
Öyle bir günde ortaya çıkar, veya öyle bir noktada durur, veya öyle bir şeyler fısıldar, veya öyle bir anda görünür gibi yapar ki; mumunu kapan peşine düşer, ateşi ondan almak, tutuşturulmak için!..
Ama bilir bildirilen; ormanda ateş yakılmaz!..
Bir adım daha geri gider, bir adım daha geri, ve bir adım daha; en derin sessizliklere doğru!..
…..
Susmak, konuşmaktan iyidir;
Cennete kadar!.. 

Bu, belki de “bilinen edebiyatın” başladığı zamandan beri böyledir… Böyle de olmalıdır… Güneş altında veya ay gümüşlüğünde akan dereler; üzeri yazılı küçük ve kâğıttan kayıkları, çevresinde insanların gezindiği durgun sulara taşıdığından beri bu böyledir, ve yani yine de böyle olmalıdır!..
Ama bir bakışta görülüp bilinmemelidir; bu kâğıtların hangi defterden koptuğu, üzerindeki yazıların nasıl yazıldığı ve belki de suda uzun kalsa mürekkebinin akacağı bu kâğıttan kayıkları nasıl birinin yaptığı!..
Öyleyse gizlenmelidir cazip kalmak isteyen; akan suyun yukarı taraflarında!.. 

Yazdığı her satırda… Herhangi bir kelimenin “kalıbına girmemiş” olan şu soru, yapışkan bir mahlûk gibi dolaşır yazan kişinin zihninde: “Acaba bugün, nasıl bir tadı, dilinin hangi noktasına değdirmeliyim okuyacak kişinin, ama dişlerine yakalanmadan!..”
Çünkü her ateşböceği bilir nihayet kendisinin de bir böcek olduğunu…
Çünkü her ateş böceği bilir, ele geçtiği zaman sönüvereceğini ateşinin!..
Yani merak edilen bilir, kendisini var kılanın işte bu merak olduğunu…
Ve, “var” kalmak ister…
Ve var kalıp “yâr” kalmak ister!..

Stop
Muammer Erkul
20 Şubat 2002 Çarşamba

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir