SEVGİ SEVİLMEK İÇİN VAR, SÖYLEMEK İÇİN DEĞİL

Onu bir dergide çizdiği Çekirge Çetin ve Bilgehan çizgi romanlarıyla tanıdım. -Belki birçoğunuzun tanıdığı gibi.-
Eğer not defteri elime geçmeseydi öyle tanımaya devam edecektim. Kolay okunup ezberlenebilen şiir tadındaki yazıları, farklı bir Muammer çıkardı karşımıza

İlk defa Çekirge Çetin’le bildiğimiz Muammer Erkul, sevgi yazıları yazıyor. Hem de bu işe yeni başlayanlardan çok önce… İnsanın içinden gelen seslere tıpa tıp uyan yazılar yazmayı öyle güzel başardı ki Muammer, bu başarısı hepimizi ama en çok da gençleri sevdalısı yaptı yazılarının…
Kendisi için kurduğu özel dünyasından seslenmeyi seven sevgili Muammer, yazdıklarıyla bana hep heyecan verdi. Yazılarındaki heyecandan bir damla da bu röportajın nasibi oldu…

 

SEVGİ SEVİLMEK İÇİN VAR, SÖYLEMEK İÇİN DEĞİL!..

Röportaj Uğur Canbolat

-Uzun yıllardan beri sevgi üzerine yazılar yazıyorsunuz? Bu serüven nasıl başladı?
-Ardı bilinmeyen bir duvarda kapı açmak istemiştik…
Altı bilinmeyen bir toprağa, kazma vurmak istemiştik;
Altın çıktı çok şükür!..
…..
Gerçekten de uzun zaman olmuş… Temmuz 94’den beri yazıyoruz bunları. Sanıyorum o zamanlar pek de yoktu bizim işlediğimiz konuları yazan… Varsa bile, ayda yılda bir yazanlar vardı… Şimdi, sadece pozitif düşünme, olumlu bakma, ve sevgi kitapları yayınlayan yayınevleri var, ne güzel… Sistem Yayıncılık’ın tercüme kitapları bile 95’den sonraki yıllarda elimize geçmeye başlamıştı, ve o yıllarda ben çok satmış-dağıtmıştım onlardan…
Varsa, bizim farkımız şudur ki; o zamandan beri hiç kesmeden, ara vermeden, çizgimizi değiştirmeden yazabilme şansına sahip olduk… Bunu yazmaktan da önemli olan ne biliyor musunuz; bunun ne kadar büyük bir ihtiyaç olduğunu bilenlerin, bu yazılara köşe açması. Hem de o yıllarda “yazar” olarak bilinmeyen toy birine…

-Sevgi-aşk yazıları yazmanın diğer yazı türlerinden farklı olarak ne gibi zorlukları var?
-Madenciler var ya hani, toprağın en derinlerine giriyorlar…Sen de insanın derinlerine girmek durumundasın…
Kömür işçisi çok dikkatli olmak zorunda; çünkü bilemiyor nerede gaz sızıntısı var!.. Duygularla uğraşan insan da ne çakmağından, ne kazmasından, ne de dilinden kıvılcım çı-kar-ma-mak zorunda!.. Yoksa “bumm” patlar maden, ve seni de yok eder, kendini de!..
Ya da adam yükseğe çıkmış, kendini aşağı atacak…
Şimdi, bu kişinin zaten aklı başında olsa, yani şuuru kapalı olmasa burda işi ne?.. O an, onu yakalamak için üstüne atlasan atlar aşağı, hem de belki seninle birlikte!.. Onun derdi; derdini anlatamamak, duygularını ifade edememek yani…
Anlatabiliyor muyum?..
 
Sevgi, gerçekten her gün üzerinde yazı yazılabilecek bir konu mudur?
-Evet… Sevgi, gerçekten “her saat üzerinde çalışılması” gereken bir konudur!..
Sonra, bu yazıların tekrar okunması gerekir. Sonra tashih edilmesi yani düzeltmelerinin yapılması gerekir. Ve ardından hemen yenilerinin yazılması gerekir…
Büyük insanlara bakınca şunu görüyorum ben; sevgilerinin derinliği nispetinde büyük olmuşlar…
Çoğumuzun sevgileri; ortasından kesik pet şişelerin dibine oturtulmuş mumlar gibi, karanlık denizlerin içinde!.. Yani kuvvetli bir üfürük söndürüyor çoğunu.
Halbuki, ateşböcekleri gibi ışığımız kendimizde, içimizde olsaydı; hangi üfürük söndürebilirdi ki bizi?..

-Bize sevgi ile aşk arasındaki farkı tanımlar mısınız?
-Her zaman bir akım, bir esinti vardır havada. Bazen, daha da şiddetli eser.
Ve isimler konur bunlara… Ne gibi?..
Aşk gibi… Karasevda gibi!..
…..
Bunlar, öyle bir iki cümleyle içinden çıkılacak işler değil ki… Ama, SEN İSTANBUL OLSAYDIN isimli kitabımızın önsözünde şöyle bir izah var:

Öğrendim:
“Sevmek; itaattir, efendim!..”

Kitabın önsözünün tamamı da bu kadar zaten…

-Aşk, insanın yaşarken keşfettiği, ürettiği bir şey midir; yoksa doğasında varolan bir duygu mudur?
-Su bilmiyor, gözesinden taştığında ne yapması gerektiğini, fakat akıyor; gönül gibi!…
Gönül bilmiyor; neden çağladığını ve hatta neden vurduğunu başını bir o kayaya bir bu kayaya… Duygular akıyor; önce hiç kimsenin bilmediği tepelerden, sonra incecik derelerden geçiyor… Bir kaç ince suyun aynı yatakta toplandığı derelere, sonra çaylara, ırmaklara, nehirlere karışıyor sular… Nihayet denizlere!..
Denizler; akarsuyun kimlik değiştirmesidir belki de…
Ama aşk; çağlama arzusu, vadilerde akma isteğidir sanırım!..

-Aşkı yeren anlayışlar olduğu gibi kutsayan anlayışlar da var. Size göre aşk yerilmeli mi, kutsanmalı mı?
-Hiç bir şey yapılmamalı… Bana “aşık olma” desen ben aşık olmayacak mıyım?.. Bahsettiğim aşk grup seks değil haliyle!.. Aşık olana bir söz söylemek gerekirse, şöyle demeli:
Kendini rendeleme!..
Aklın başına geldiği zaman;
Sen, “sen” olarak bulabil kendini yine!..

-Aşk duygusu sadece insana özgü bir şey mi? Diğer canlılar içinde aşktan söz edilebilir mi?
-Hayvanlar  cinsellik yaşıyor seks yapıyor !..
Aşk başka bir şey, bambaşka!..
Onun için zorlanıyor ifadeler ve bu kadar izahı yapılıyor aşkın ve bir türlü “tamam” olmuyor… Onun için, insanların dışında; gözümüzün gördüğü canlılarda aşk aramak bana akıl kârı gelmiyor…
Yalnız şu var; kumru gibi, yunus gibi tek eş seçen ve hatta eşleri öldüğü zaman hayatını devam ettiremeyen hayvanlar var. Ama yine de bunlardaki duygunun “şu an konuştuğumuz” aşk olduğunu sanmıyorum…

-Sevgiden-aşktan bu kadar bahsedilmesi sizce onu yıpratmıyor mu?
-Halep ordaysa arşın burada, sözünü boşuna dememişler!..
Prim yaptığı zaman, prim yaptığı için, ve prim yaptığı sürece sevgiden bahsedenlerin diline yakışmaz da yerleşmez de bu ifadeler…
Ama, şu var ki;
Sevgi, “sevmemiz” için var…
Söylememiz için değil!..

Biraz da sevgi yazarının yazı aşkına gelmek istiyorum. Cağaloğlu sizi önce çizer olarak tanıdı… Çizerkende yazar olmak arzusu var mıydı? Gazeteciliğe nerede ne şekilde başladınız?
-“Gazeteci olunmaz, doğulur” derler ya, sanırım bunu benim için söylemişler(!).. Çünkü benim ilk hatırladığım şeylerden biri gazetecilik…
Ordudan (erken) emekli edilmiş Necdet adında bir adam (şu anda yayınlanmayan gazetelerden birinde çalışıyormuş) bula bula bizim evi buluyor, bir kısmını kiralamak için. Cağaloğlu nereee; Beykoz’un, Paşabahçe’sinin, Harmantepe’sinin ta tepesi nere?.. O zamanlar belki sadece bir iki vapur ve bir iki otobüs sağlıyor ulaşımı da… Nedenini ve nasılını öğrenemedim; neredeyse kırk sene evvel bizim eve gelmiş işte bu adam ve kiracı olmuş… Ben onu hiç görmedim, ama anlatılan hikayelerini çok dinledim. Haber ajanslarından geçen fotoğraflardan alıp getirdikleri vardı evde. Büyük boy ve ilginç, siyah beyaz resimler… Arkalarında numaralar, damgalar, bir iki cümle de izah olurdu bunların… Evin bahçesinden; İstinye’den Sarıyer’e, Beykoz dalyanlarından Yuşa tepesine, boğazdan geçen vapur ve şileplere bakar, hayallere dalardım…
Yani, nasıl gazeteci olduğumu hatırlamıyorum; çünkü ben, gazeteci olduktan sonra hatırlamaya başladım!..

Çok hoş, ve ilginç…
-Sonraki yıllarda ise teyzemoğlu Raif abi, tuttu bir gün elimden ve alıp götürdü beni. Eminönü’ne geçtik, sonra Babıali yokuşundan Cağaloğlu’na çıktık. Molla Fenari sokakta, altında matbaa makineleri çalıştığı için zıngır zıngır titreyen bir binaya girdik. İnsanların harıl harıl çalıştığı bir zamandı. Adı Can bey ( Alpgüvenç) olan bir müdür bizi gezdirdi. Mürettip denen bir adam, arka tarafında kurşun eriyen bir makinenin başında, koca bir klavyede, elindeki kağıtlara bakarak yazılar yazıyordu. Her yazdığı harf havadan geçiyor, birbiri ardına ekleniyor; kurşunlar eriyor, kurşunlar donuyor… Sonra bunlar iplerle sımsıkı bağlanıyor ve matris kalıpları çekiliyor ve en nihayetinde de kağıtlara basılıyormuş… Elime minicik bir kurşun kalıpçığı verdiler, henüz ılıktı… Baktım; adımdı… Benim adımdı!.. Onu boyayıp boyayıp kağıtlara bastım yıllarca…

-Tatlı bir heyecan olsa gerek, yazar olmayı o zamandan düşlediniz galiba?
– Evet. Hemen arkasından Kazım Gürkan caddesine (yani alt caddeye) taşındı bina… Ama o sıralar (Minyeli’nin kapak ressamıymış) Gürbüz bey adında bir ressamla tanıştırdılar beni. Masasının önündeydim, çok işi olduğu belliydi. Ciddiyetle elimden aldı içinde çizdiğim desenlerin bulunduğu dosyayı ve masasının sağ köşesine koydu. Haftaya tekrar gelmem konusunda anlaştık. Ne diyecek diye merakla bekledim bir hafta boyunca ve yeni yeni çizimler yaptım. Tarama ucu, rapido kalemi ve çini mürekkebini onun ağzından duymuştum ilk defa ve o hafta onlarla boğuşmuştum. Kalbim tıp tıp yaparak yanına gittim. Bana baktı ve önce beni, sonra benden ne aldığını, sonra da onları nereye koyduğunu hatırlamaya çalıştı… O gün bana ne dediğiniyse ben hatırlamıyorum…
O sıralarda Niyazi abi adında bir yazarla tanıştım. Dört adı daha varmış!.. Çocuk kitapları yazıyordu. Ve başka bir isimle de tarihi romanlar yazıyormuş… Benim de roman yazdığımı söyleyip sırtımı terlettiler… “Yazamaz, demiş. Bu yaşta sonunu getiremez…”
Gıcık oldum ona, “bitireceğim işte” dedim kendi kendime… Binikiyüzelli lira mı ne vermişti babam ve bir daktilo makinesi almıştık bana. Gece gündüz yazdım, yazdım, yazdım, yüz sayfaya yakın yazdım ama bitiremedim, romanım yarım kaldı!..

Peki o zaman ne yapacaktınız?
O sıralar yazmak (sanırım hiç) para etmiyordu… Yazmak için Babıali’de (yani basının içinde, Cağaloğlu’nda) olmak lazımdı, ama burada kalmak için de para kazanmak lazımdı. Peki ne yapmalıydı?.. Cevap; arka cebimdeydi, yedekteydi!!!.. Resim… Bi gayret, can havliyle başladım ben resim yapmaya, karikatür çizmeye…

Cağaloğlu’nda şimdi hatırladığınızda sizi tebessüm ettirecek kimlerle çalıştınız?
-Bu isimler, Gürbüz Azak ağabeyim ve (Niyazi Birinci) Yavuz Bahadıroğlu ağabeyim, benim, hayatımın koca koca tebessümleridir işte… Hatta o ikisi ve onlar gibiler, sadece benim değil, memleket için koskocaman birer tebessümdürler…

Başka da var mı?..
Olmaz mı, çok var aslında ama, bir buruk tebessüm daha ilave edeyim.
Dedim ya, daktilomla habire yazılar yazıyorum. O sıralar Salih abi “Elif” isminde bir kültür ilavesi çıkartıyor ve beni de teşvik ediyor. Ben de her gün, ama her gün sanki kadrolu elemanmışım gibi iki üç ayrı yazı, hikaye, haber, şiir yazıyorum ve edebiyat sayfasından mizah sayfasına kadar dağıtıyorum bunları. Yazılarımı konusuna göre uygun yerlerde yayınlıyorlar.
O yıllarda gazetenin ikinci sayfasında “görüşler ve düşünceler” diye şöyle heybetli bir bölüm var, ortada. Rahmetli Ayhan Songar hocanın yazıları filan orada çıkıyor. Bir gün bir baktım ki; benim yazım!.. İnanamadım!..
Acayip gaza geldim, çılgın gibi yazmaya başladım… Gene çıktı orda yazım, sonra gene çıktı… Sanıyordum ki dünyanın en meşhur yazarı bendim…
Bir gün yine gazeteye gelmiş, yazı getirmiştim. Salih abi beni aldı ve yukarı çıkardı. Rahmetli Hüseyin Demirel yazı işleri müdürüydü ve bir kaç kişi daha vardı ortalıkta. Salih Suruç; “Muammer Erkul işte bu” dedi!..
Sırtımdan gene terler boşandı. Hüseyin abinin ve diğerlerinin bakışlarını gayet iyi hatırlıyorum; çünkü on dördüncü yaşını yeni görmüş şu kadarcık bir çocuktum, ve o “ciddi” köşede bir daha (hiçbir zaman) yazım çıkmadı!..

-Siz bir çocuk dergisinde çizgi roman yapıyordunuz. Buradan denemeler yazmaya geçiş nasıl gerçekleşti?
-Can Kardeş’in ilk sayılarını biz yapmıştık… Ofset tekniğini öğrendiğimiz yıllardı. Akşamüzerleri, adına “Ofsetçi Kazım” denen birinin yanına gönderiyorlardı beni, bu işi öğrenmem için… Üçüncü gün, sigaramın külünü yere düşürdüm. Parmağını uzatıp “bak, orda kül tablası var” dedi bana. Sigara içmeyi öğrendiğimiz yaşlardı ve burnumuz kendimizden bile büyüktü!.. Bir daha gitmedim oraya, sordular niye gitmediğimi; “öğrendim”, dedim!.. Tükürülen yalanır mı; öğrendiğimizi söyledik bir kere ve oturdum bütün işleri pür dikkat (çözüp-anlayıp) yapmaya başladım. Aylar sürecek kurs başlamadan bitmişti. İnsan önce istemeli; istediği-inandığı zaman yapıyor… Ve ilk işim  Hüseyin Demirkan’ın “Yıldızların Esrarı” isimli kitaptı…

-Yeni Asya Araştırma Merkezi yayınlıyordu onları değil mi?..
-Evet, yeni kurulmuştu… Ben Cağaloğlu’na küsmüştüm, ve boğaz pazarlarında sebze-meyve satan, rahmetli “Konya’lı Galip” (Civelek) amcanın tezgahına takılıyordum, kendi oğullarıyla birlikte… Bir gün Paşabahçe pazarına Çengelköy’den bir arkadaş (Necdet) geldi.
“Beni Salih abi gönderdi. Böyle böyle bir servis kurulmuş, şöyle şöyle bir iş yapacaklarmış, görüşmek için seni bekliyorlarmış” dedi… O gidince, can dostum Kadir’e anlattım durumu.
“Bizim işin yazı var-kışı var, dedi Kadir… Yani senin için artık burda hayat yok. Hadi, topukla!..”
Mavi pazar önlüğünü dürüp belime dolayıp eve geldim, anneme söyleyip Cağaloğlu’na gittim. Randevum “büyük şef” Ümit Şimşek ileydi. Amerika’dan yeni gelmiş, İngilizce düşünüp, Türkçe konuşup, Osmanlıca not tutan ilginç bir adamdı… Fotoğraflarını gördüğüm Peyami Safa’nın benim zamanımdaki versiyonu gibiydi… Başka bir dünyadaymış gibi çalışır, sonra aramıza döndükçe de; ya birilerine acayip şakalar tezgahlar veya duvarında dayalı duran o yamuk şeye üfleyip tuhaf sesler çıkarttırırdı… Sonradan bunun, daha doğrusu buna benzeyen başka şeylerin “ney” olduğunu öğrendim!.. Ama o neydi, pek bilemiyordum(!)
Gittiğim gün başladım işe…
Lafa bakar mısın şimdi, nerelerden nerelere geldi… Kısa mı keseyim?..

-Yo, aynen devam edelim…
-Yeni Asya Araştırma Merkezi’de her ay bir kitap hazırlıyorduk ve her kitap her ay birer baskı yapıyordu.
Can Kardeş te o “ofset tecrübem” üstüne geldi işte… Bir benzeri de gene ofset kapama renk yaparken oldu, bir usta getirdiler bir kere beraber yaptık; sonra başıma kaldı!..
O zamanlar oralarda yatar kalkardık ve çok daha keyifliydi bu mesleğin her dalı…

– İlim teknik serisi olarak hatırladığım bu seride karikatür değil ciddi çizimler vardı herhalde?
– Evet öncekiler desen-vinyet ve biraz daha ciddi resimlemelerdi ama asıl çizgi roman diyebileceğimiz işler Türkiye Çocuk Dergisi’yle başladı…
Yaşım bile (ay olarak) dolmadan askere gitmiştim. Balıkesir’den döndüğümde Gürbüz abinin yanında çalışmaya başlamıştım. Türk el sanatları aşığı rahmetli Erdoğan Ferit Koyaş ile birlikte “On bin Türk Motifleri Ansiklopedisi”ni fasikül fasikül çıkaracaklardı. Çalışmaya başladık. Kilimlerden mezar taşlarına kadar durmadan Türk motifleri kopya ediyor, bir yandan da bunları baskıya hazırlıyorduk.
Gerçekten çok önemli insanların uğrak yeri olmuştu orası. Ardından her ay “Türk motifleri sergisi” hazırlamaya da başladık.
Gürbüz abi grafik, amblem ve kitap kapağı gibi işler yapıyordu. Ve “Deli Balta” çizgi romanını… Getir götür işleri benimdi. Koltuğumun altında çizgi romanlarla birlikte, Türkiye Gazetesi’nin o zaman çıktığı (Çatalçeşme-17) küçük binanın üst katına, Türkiye Çocuk Dergisi’ne götürdüm…

-Peki beraberlik nasıl başladı?..
-İlginç, ve hoş aslında… Derginin o zamanki müdürü Avukat Rahim bey, abisinin işyerine amblem yaptırmak için bir iki defa bizim büroya uğramıştı. Bir süre sonra derginin iki müdürünü daha yanına alıp gelmişlerdi… Onlar gittikten sonra Gürbüz abi beni çağırıp;
-Ne için geldiklerini biliyor musun, dedi. Bilmediğimi söyledim…
-Seni istemeye gelmişler, dedi… Meğer Rahim bey, amblem yaptırdığı sıralarda, çay filan söylerken benim gülüşümü beğenmiş… Zaten çok dikkat ederdi bazı şeylere; yüzü kızaran birini görse onunla ilgilenmeye çalışır, ve yüzü kızarmayanların örneğini verirdi…
İnsan, zaman ve gönül verdiği yerlerden ayrılmak istemez ya, içim sızladı o zaman da… Ama gün oluyor ve bazı şeylerin zamanı geliyor işte; ve o zaman da, gitmemin benim için daha iyi olacağına karar verdik…
Bir ara ayrıldım, ama sonra tekrar döndüm Türkiye Çocuk Dergisi’ne. Ve uzun zaman, çok çalıştık orda… Çok tecrübe ve bilgi biriktirdik… Rahim Er abinin ve diğer ağabeylerin hakkı ödenmez hakikatten…

-Çizgi roman ile köşe yazmak arasında ne gibi farklar yada benzerlikler var?..
-Büyük bir meydana büyük bir kürsü koysalar, büyük büyük hoparlörlerle insanları çağırsalar, ve hatta toplu taşıma vasıtalarıyla izleyici-dinleyici getirseler… Ama söylemesi beklenen kişinin söyleyecek sözü yoksa, kim durur o meydanda?.. Bir süre sonra alkışlar kesilir, ışıklar söner. Döner gider gelenler…
Yani, çizgi roman da yapsan veya gazetedeki köşende yazı da yazsan pek fark etmiyor. Çünkü sen, söyleyecek sözün olduğu için, ve söyleyecek sözün olduğu kadar varsın…
Sen, bulduğu her vasıtayla çocuklarına buğday taşımaya çalışan adama benziyorsun… Ve biliyorsun ki; bir karınca gibi birer birer, teker teker bile olsa yapmak zorundasın bu işi, dişlerinle bile olsa taşımak mecburiyetindesin bu yükü…
Biliyorsun ki; taşıdıkça ağırlaşıyor, ama ağırlaştıkça da güzelleşiyor…
…..
Fark ta budur, benzerlik te budur işte…
Aslında, sanatın karın ağrısı da  budur. Yani insanlar, sanatçı denenlerin değil de; san’atın fiziğine-endamına yoğunlaşsalar sanat adına daha isabetli olmaz mı?..
    
-Hayata başka bir yerden bakıyorsunuz sanırım, yazılarınızdan böyle anlaşılıyor…
-Gel yanıma ve şu yana bakalım… Şuraya… Bin kişi daha olsa, binimiz de sanki aynı yerden ve aynı yere doğru bakıyormuşuz gibi oluruz; ama aslında hiç birimiz bir diğerimizin yerinden ve bir diğerimizin baktığı yere bakmıyoruzdur… Ben hiç birimizin de bir diğerimiz gibi görebildiğine inanmıyorum…
Bunun bir boyutu bu, herkes farklı ve sadece kendi bildiği biçimde bakar… Ama diğer boyutu da bazı insanların bakış açısı gerçekten çok farklıdır insanların genelinden… Az önce söylediğin şeyi anlamakta çok zorlanmıştım ben. Herkes benim gibi hissediyor, benim gibi düşünüyor sanıyordum ve kızıyordum da benim gibi düşünüp-hissedip de benim gibi davranmadıkları-tepki vermedikleri zaman…
Yanılgıydı tabi benimki. Herkesin göz rengi başka, ve herkesin derisi farklı kalınlıkta!..

-Okuyucuyla aranızda bir mesafe yok gibi. Bu özel bir tercih mi yoksa yapınızın bir gereği mi?
-Yazmak, bir ifade biçimi benim için… Bataklıkta “vırrrak” diyen bir kurbağa için zor değildir kendi yaptığı; o, bizim için zordur!.. İncecik bir dalda şarkı söylemekte kuşlara zor gelmez… Buzu kırıp tırnağıyla balık avlayan ayılara şaşar bazı insanlar…
Benim için yazı yazmak ve kendini-düşündüğünü yazıyla ifade etmek nefes almak gibi bir şey sanki… Pazardaki satıcı zorlanıyor mu sana iki kilo biber tartarken veya bunun fiyatını söylerken…
Benim yaptığım işin ne kadar özel olduğunu, ne kadar az kişi tarafından yapıldığı, veya ne kadar zor olduğunu ve sorumluluk taşıdığını bir kenara koyar, düşünmezsek; sorduğun sorunun cevabı çıkar ortaya… Rahatlık… Farklı ve renkli örneklerle ve bir bardak su gibi yuvarlanıvermek muhatabının içine… Bunlar düşünülmeden, kurgulanmadan yazarken geliverdiği için ve kolay-basit anlaşılır halde olduğundan rahat gelir okuyana… Anlamaz bazısı, ama yine de rahatça okumaya devam eder. Öyle diyorlar yani, ben işittiklerimi, bende biriken bilgileri-hatıraları aktarıyorum…
İşte, yazılardaki bu rahatlık hissi, onların beni algılama biçimlerine de yansıyor çoğu zaman…
Aslında ben o kadar rahat görünürüm ama, derindeki bende o kadar da rahat olamam… Bilen bilir bunu; ve bunun da böyle olması gerektiğine inanırım, çünkü her ne kadar neşeli görünse bile gamsız-tasasız birinin insanlara çok da faydalı olmayı düşünebileceğini sanmıyorum!..

-Sizin yazılarınız arasına noktalamalar yerine kalbcikler koyuyordunuz. Kalb sizde neler çağrıştırıyor?
-O, ne büyük bir cür’etti öyle, inanamıyorum bugün!..
Türkiye bir yana, dünyada bile her halde ilk defa, bir köşe yazarı, yazısının bölüm aralarına nokta-yıldız filan yerine “kalp” koymuştu… Hem de o zaman, yani 94 senesinde…
O zamandan beri de devam ederiz buna, imza gibi oldu. Kalp gören; “bu bizim köşenin yazısıdır” diyor…
Kalp görünce, peşin peşin biliyor-tahmin ediyor ki insanlar; kavga-dövüş yok burada ve insanla-insanlıkla ilgili bir şey çıkacak önlerine…
Kalp; sevgidir…
Sevgi; insanîdir…
İnsanî olan sevgi; insanın bin sene evvelini de, bin sene sonrasını da içine alır!..

Okuyucularınızın size gönderdiklerinden bölümler yayınlardınız “Pazartesi İçtimaları” başlığı altında… Şimdi köşenizin boyutu farklılaştı. Okuyucunuz ile iletişiminiz nasıl oluyor şimdi?
-Evet, Stop köşesi çeşitli ebatlarda ve şekillerde yayınlandı. Yarım gazete sayfası da kadar da çıktık, çeyreğin yarısı kadar da… Yedi gün yayınlandığımız zaman, haftanın ilk günleri; buluşma-tanışma-kaynaşma günleriydi… O zamanlar gerçekten çok mektup geliyordu. Üç-beş-on değil; on binlerce mektup almıştık. Mektuplaşma nostaljisinin, yeniden hatırlanan bir güzellik olarak hayatımıza girmeye başladığını düşünüyordum. Okuyucular da bunu ciddiye almaya başlamışlardı ve kendi aralarında da yazışıyorlardı… Hatta bir doğum günümde, herkesin, en sonuna kendinden birkaç satır ekleyip yeni bir zarf ile bir başka şehirdeki bir başka adrese gönderdiği sürpriz bir mektup almıştım… Ne hoş bir duygu; üç ay kadar memleket üzerinde dolaşan o mektup kağıtları, tam da doğum günümden önceki akşam hava karardıktan sonra ulaşmıştı elime…
Şimdilerde mektuplar yok eskisi gibi, ama internet ve cep telefonları var. Haberleşme çok hızlandı. Ama soğudu biraz sanki, eskiden daha sıcaktı…

Sizi misafir ettiğim radyo programlarında çok yoğun ilgi oluyordu. Okuyucularınız sizde farklı olarak ne buluyor?
-E, bunu kim söylemeli? Bunu sen söylemelisin, böylesi daha yakışıklı olmaz mıydı?..
Ama soruya cevap verirsek, şöyle verelim… Ben olsam, sorarım kendime; ben bahsettiğin okuyuculardan biri olsam, kendi yazarımda ne arardım? Şunu arardım ki önce; o, bana söylediklerine kendi inanıyor mu?.. Samimi mi?.. Ben neyim onun gözünde ve okuyucu olarak değerim ne kadar?..
Sorduğun sorunun cevabının bu yeni sorularla kesinlikle alakası var…

-Peki sıkıntı oluyor mu bu durum?..
-Aşırı durumlar sıkıntı olur haliyle. Örnek vereyim mi; benim telefonum ancak yüz küsur numarayı hafızasına alabilir ve ben de her gün yeni birilerini kaydetmek, yani bazı numaraları değiştirmek zorunda kalırım.. Şimdi sen birine, aynı kişinin ikinci hatta üçüncü numarası için yer bulmanın mümkün olmadığını elinden geldiği kadar münasip bir lisanla anlatmaya çalışsan ve bir hafta-on gün sonra öğrensen ki bu izahından yarım saat sonra kalp krizi geçirmiş (şükür ki kurtulmuş)… Bu gibi durumlar sıkıntıya sokmaz ve germez mi seni?.. İnsanların bazısı, çoğu kimselerin anlayamayacağı kadar sıra dışı… Ama yine de bu kadar hassas ve alıngan-kırılgan olmamak lazım. Bu en çok kendine ve sonra da seni önemseyenlere zarar veriyor çünkü…
 
-Yazarların çok okumadığı söylenir yanlış ta olsa…
-Yanlış değil bu, doğru… Sanırım ki yazarların çok okuduğu dönemler vardır ama yazdıkları zamanlarda çok okuduklarını sanmam… Fakat yazar ile yazar arasında büyük fark var, siyaset yazan adam başkadır, futbol yazan başkadır… Tarih yazan kişiyle borsa yazan aynı olur mu?.. Ben, edebî yazılar yazanların bir zamanlar çok okuduklarını ama yoğun yazdıkları dönemlerde fazla okuduklarını sanmam ve bunu tavsiye de etmem. Neden? Çünkü, az evvel içinden geçtiğin bahçelerdeki çiçeklerin kokusu bulaşır sana, eteklerine… Oturmalısın, dinlenmelisin ve kendine kokmaya başlamalısın…
Yani, yazdığın yayınlandıktan sonra onu düzeltmek çok zor…
Ezberliyor insanlar, çoğaltıp biri birlerine gönderiyorlar…
Başbakan kritiği yapmaya benzemiyor bu iş. Politikacı hakkında yazarsın, adam yarın parti değiştirir veya ölür; ve bunun böyle olduğunu bilir herkes…
Ama şiir-nesir ölmez, ölen ve ölecek olanlar zaten edebiyat olmaz!..

-Peki siz okuyan bir yazar mısınız, yoksa sadece yazıyor musunuz?
-Mutlaka her gün okuyan bir yazarım, ama yeterince…
“Bana ızdırap veren, dedi…” Diye başlayan uzun savunmaları bir zamanlar ezberledim ben. O kadar çok okumuyorum artık; sırasıyla her Söz’ün ne anlattığını bilecek kadar…
Farklı şeyler okuyorum…
Eyüp kabristanı hayatımı değiştiriyor artık. Piyerloti’ ye çıkıp bir bardak çay içiyorum; yokuşta yorulan ruhumu dinlendirerek… İşte görüyorum; Haliç’ten yansıyor güneş ve ben ışığın geldiği yöne doğru bakıyor; Ankara’yı soluyorum. Van’ın kokusunu duyuyorum ardından ve ardından ta Türkistan’ı, hatta Hindistan’ın…

-Ne demek bunlar?..
-Babamız hazret-i Adem, kırık bir kalbe veya düşen bir damla gözyaşına benzeyen Seylan adasına indirildi. Yalnızdı, yapayalnızdı… Bir adımı acı, bir adımı ümitti… Kalbindeyse aşk vardı… Mübarek kalbinde hepimiz vardık, ve dualarında…
Sonraki babamız Nuh aleyhisselam; üç oğlu Sâm, Hâm, dedemiz Türk’ün atası olan Yâfes ve gemiye binmiş az sayıda insan, ve gemiye alınmış birer çift hayvanlarla Cudi Dağı’na indi…
Ve zaman; “OKU” denilen vakte erişti…
Okumaya başladı kaînat; çünkü aşka kavuştu…

-Yeterince okumak, yani söylemek istediğiniz… Bu da herkes için farklı tabii ki…
-Evet öyle. Bazısı için okumak, bazısı için de o elinde okuduğunu okumamak daha faydalı… Biberon tutmayı yeni becermiş bir bebeğin eline, asker babasının silahını vermek için çok zaman geçmesi gerekir, değil mi?..

-Yazılarınızda sembolleri çok kullanıyorsunuz. Bu söylemek istediğinizi tam söyleyememe endişesinden mi kaynaklanıyor, yoksa farklı bir yaklaşımınız mı var?
-Anlatamamaktan endişem yok tabii ki, ama bazı şeylerin açık, aşikâre olarak ortaya dökülmemesi lazım… Bazı şeylerin de hatırda kalması için, zihne bir renkli resim gibi “çizilmesi” lazım…
Sanırım bu biraz da ressamlığımla bağlantılı…

Örnekler ve hikayelerle, masallar ve misallerle anlamak benim için çok kolay bir yoldur, ve de bu hep böyle oldu.
Ben büyüdükçe yerimi dolduran yeni çocuklar da hep masallarla hikayelerle öğrenmeyi tercih ettiler. Hatta işin püf noktalarından biri işte o sıralar çıktı önüme, şunu fark ettim ki; çocuklara anlatılanı, çocukların anladığı biçimde ve çocukların anladığı gibi net olarak ben de anlayabiliyordum!..
Reklamcılık yaptığım yıllar boyunca önüme gelene anlatmaya/göstermeye çalışıyordum ki; çocuklara anlatılabileni (aynen benim gibi) “HERKES” anlayabiliyordu…
Yani, şifre şuydu:
Çocuklara anlat, herkes anlasın!..

Yani, diyeceğim şu ki; gönlümüzün kapısı her zaman açıktır masallara, hikayelere…

Canbolat: Masalla anlatmak nasıl bir tercih?
Erkul: Yıllarca buna inanıp bunu söylerken, zaman zaman karşıma küçük hikayecikler çıkar. Bilirim ki koca koca seminerlerdeki koskocaman adamlar saatlerce konuşsa, koca koca insanlara daha iyi anlatamazlar bu fikri…
Anlatmaktan maksat, anlaşılmaksa eğer; niye kullanmayalım ki hikayeleri ve masalları?..
Yaşasın büyüklerin bal damlayan dilleri…
Yaşasın demliği fokurdatan sıcak soba, ve üstünde kebap olan kestaneler… Yaşasın patlayan mısırlar…
Yaşasın hikayeler, masallar…

Canbolat: Bir hikayede konuşmamızın sonunda ben istesem_
Erkul: Şimdi tam da yeri geldi çok güzel bir hikayenin, bakalım aktarabilecek miyim…
Adam, haftanın yorgunluğunu çıkarmak için, bütün Pazar günü boyunca evde tembellik yapmak istiyor. Salondaki koltuğa yerleşip tam gazetesini alıyor ki; oğlu koşarak geliyor ve “sinemaya ne zaman gideceklerini” soruyor…
Hatırlıyor adam, söz verdiğini oğluna. Yani şimdi “cankurtaran” gibi bir bahane uydurması gerekiyor…
O an, gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritasını fark ediyor. Bunu alıp küçük küçük parçalara ayırıyor. Ve oğlundan kurtulacağına sevinerek;
“Bu haritayı düzelttiğin zaman” diyor… Bir coğrafya profesörünün bile saatlerce düzene sokamayacağı bu haritanın, akşama kadar nasılsa onu oyalayacağını düşünüyor, ama on dakika bile geçmeden oğlu gelip;
“Hadi baba, kalk gidelim, diyor. Bak işte haritayı düzelttim!”
Kulaklarına inanamıyor adam…
Bakıyor, bu defa da gözlerine inanamıyor; evet koskoca dünyadaki her parça yerli yerinde!..
“Na,,, nasıl becerdin bunu” diye soruyor oğluna, şaşkınlık içinde…
“Çok kolay oldu, diyor çocuk…
Bak, haritanın arkasında bir insan var…
Ben sadece insanı düzelttim…
İnsan düzelince, dünya da kendiliğinden düzeliyor zaten!..” Diyor…
 

 

 

3 yorum

  1. daha binlerce kalp ver elimizde, daha binlerce kalp taşıyan bebek var yazılarınızı okumaya hevesli… ah bir sökebilseler okumayı!

    kalpler tükenmesin…

    tükenen kötülük olsun…

    tebessümün yakıştığı güzel insana, selamlar, sevgiler…

    emre onbey

  2. Dün akşam yolcu arabasında okudum iki röportajı inanın yol aktı. Ve normalde bir şey okuduğumda başımın ağrıması gerekirdi. Zira arabada okuyamam genelde. İYİ Kİ TELEFONUMDA İNTERNET olayı var.

    İbrahim Arslan

  3. İnsanı düzeltince dünyanın düzene girdiğini, düzeldiğini en güzel şekilde anlatmış son olarak. Daha nasıl anlatılabilir di ki..

    İbrahim ARSLAN

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir