Seyir Defteri – 05 Eylül 2008 (Yeraltı şehri) *[tamamı]

Not:
Bu yazımızı, bugün (yani 5 Eylül Cuma)

Türkiye Gazetesi'ndeki köşemizde yine aynı isimle

fakat (yer azlığından dolayı) kısaltmak zorunda kalarak yayınladık.

Buraya tekrar bütününü koyuyoruz…

——————-

.

.

 

Işık nedir, karanlık nedir, yol nedir ve yolu bilen birinin anlamı nedir, meğer bilmiyormuşum… İdrak ettim;

..hem de yerin dibinde!

 

 

Kayseri topraklarında, Erciyes’in kuzey doruklarını gören mesafedeyiz. Eski taşlarla dolu bir mezarlığın yanından geçerken karşıda Ağırnas beliriyor. Gesi bağlarından beri boş arazilerden geçtik; çünkü Temmuz’un 30’u, ekinler çoktan biçilmiş ve yerlerinde kuru sarı anızlar kalmış.

Şu an önümüzde serili duran tarlanın aslında ne olduğunu iki saat sonra öğrendim. Diğer yöndeki dere yatağından tırmanıp, yokuşun ortasında zor seçilen bir deliğe doğru yürümekteydik o sıra. Kılavuz Ahmet Bektaş bizi gezdiriyordu. Dedi ki elini kaldırarak; yeraltı şehrinin üstü taş ocağı, onun da üstü tarla, ekilip biçiliyor binlerce yıldır!

 

 

Tekerlek şeklinde yontulmuş bir kayayla kapatılınca dışarıdan açılamayan kapıdan girdik. Küçük bir hol burası ve buraya açılan kapılardan birinden şarap mahzeni ve güvercinliklere, birinden (zemininde papazla eşinin mezarları bulunan) kiliseye geçiliyor. Kapılardan biriyse bilinmeyene doğru gidiyor… Bilinmeyen her zaman hem çeker ve hem de ürkütür ya insanı; tek kişinin geçebildiği koridorda yürüyoruz. Tamamen kayalara oyulmuş mahzenler, depolar, odalar ve bir yemek salonu: Üstü düzlenen kayaların iki yanı, bir kaç kişi geçip oturacak şekilde açılarak yemek masası haline getirilmiş. Gerekli yerlerde de baca ve havalandırma delikleri var.

 

 

Üç kişi kaldık; çünkü vazgeçenleri çıkarmak için kılavuz da girişe döndü.

Nemli duvarların yüksekliği alçaldı ilerledikçe ve genişliği daraldı. Tel çekip bazı yerlere lambalar koymuşlar. Fakat sonraki ışığa ulaşmak için bir süre zifiri karanlıkta ilerlemen gerekiyor. Ayağa doğrulamayacağın ve dirseklerini iyice açamayacağın bir tüneldesin. Zaman zaman birkaç merdiven inmek veya çıkmak zorundasın. Bazı odaların kapılarında tuzak gibi (bir kısmı mazgalla kapalı) çukurlar var. Biliyorsun ki tepende onlarca metre yüksekliğinde ve binlerce ton ağırlığında kayalık yükseliyor…

Karanlıkta insan sanki nefes alamayacağını sanıyor ve her an “acaba kayboldum mu” endişesi içindesin. Tam bu sırada bir ok işareti görüp; doğru yolda olduğunu hissediyorsun. Yine ve yeni bir karanlık, sonra loş ışıklı bir oda daha ki; üç metreye yakın yüksekliği, otuz metrekare civarında genişliği olanlardan…

 

 

Gezip eğlenmek, oturup dinlenmek değil; geçerken görüp buradan kurtulmak niyetindesin, çünkü aklının söylediği bu. Veya sanki bir faresin; labirentin ucundan salınmışsın da en kısa zamanda aydınlığa çıkmalısın!..

Peki, pusulan var mı? Olsa da onu görecek ışığın var mı? Görsen de hangi yöne gideceğini sana kim söyleyecek?.. En büyük korku ise; ya tel kopar veya elektrik kesilir de karanlığa daldığın zaman bir sonraki ışığa kavuşamazsan!.. Ya hastalansan, başın dönse, veya bir yerin kırılsa!.. Ya peşinden gittiğin kişiyi kaybedersen!.. Daha da kötüsü; takip ettiğin kişi ya seni aydınlığa çıkarmak yerine iyice karanlığa saplarsa!..

Ne olur halim?..

 

 

Dedim ki karanlığın içinde; “bu yeraltı şehri tam da dünyaya benziyor!..

Bu bir sınav ve oyalanıp keyif çatmadan doğru yolu bulmalısın!.. Takip ettiklerin var ve senin ardından gelenler var. Doğru kişiyi takip etmelisin ve seni takip edenler için doğru kişi olmalısın!.. Yoksa maazallah, bu sıkıntılı karanlık içinde insan eğer uyanık olmazsa şeytanın bile peşine takılabilir, denize düşenin yılana sarıldığı gibi!..

Yapılacak en doğru iş; asla istikametinden sapmadan, dikkatini tamamen yola vererek, bu cendereden kurtulmak… Söylenen tarifleri hatırlamaya, yoldaki işaretleri fark etmeye, önden gidenlerin ayak izlerini kaçırmamaya… Ve karanlığa ışık getiren ince tellerin kopmasını önlemeye çalışmak…

 

 

“Hadi çocuklar, dedim sonra… Biriniz yüksek sesle adım saysın, sakın birbirinizden kopmayın ve korkmayın. Az kaldı, hızlanın, kurtuluyoruz…”

Kurtulduk da sonunda; başımız eğik koşmaktan bacaklarımız titremiş, nemli karanlıkta sıkılmaktan anlımız terlemişti.

Fakat her yer aydınlıktı şimdi, yeşildi, havadardı ve yorgun yüzler gülümsüyordu.

Dünyanın “gerçekten de bir yeraltı şehri gibi olduğu” işte o zaman geldi aklıma; ve o sıkıntılı tünelden, elimizde ancak birkaç silik fotoğraf kaldı!..

 

 

3 yorum

  1. “Dünyada bir garip ya da bir yolcu gibi ol” hadis-i şerîfini hatırlattı yazınız…
    Bakmayı bilene herşey ibretlik…
    Bakıp da görene görüp de bizlere de gördürene teşekkürler…
    Gönlünüz gözünüz yahut gönül gözünüz hep böyle açık olsun ki bizim gönlümüzü ve gözümüzü de aydın kılsın…
    Dua ile…

    ZİŞAN

  2. Aboooo!.. Daha okurken içim daraldı. Bir an kendimi o mağaranın içinde gibi hissettim:sad:(( Anlatım muhteşem olunca, mağranın içinde panik halde yürüyorsun gibi hisetmek doğal değil mi?:-))))
    Benzetim ise fevkalade. Yaşantımız boyunca kılavuz kargalarımız oldu.:-)))
    İnşallah bundan sonra, doğru yolu bulduracak kılavuzlar ihsan eder yüce ALLAH.

    AKIN

  3. Yaptığınız yolculuğu ben de sizinle yapmışçasına yaşadım sanki. Rabbim karanlıklarda bırakmasın hiç birirmizi.
    Kuyuya kardeşleri tarafından atılan Hazret-i Yusuf’un hikayesini getirdi aklıma.
    O tüneldeki karanlık, dünyadaki bize verilen herbir güzelliğin daha net olarak görülmesini, hissedilmesini sağlar.
    Yüreğine, bileğine sağlık üstadım.
    Allah kalbindeki güzellikleri ve ilhâmlarını arttırsın.
    Sevgiler kere sevgiler herkeslere.

    CEVRİYE ARISOY YAVUZ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir