Onu markette her görüşümde (ki yılda birkaç defayı geçmezdi), köşemizde çıkan yazılardan bahsederdi bana, ışıl ışıl gözleriyle…
Yani yılda iki veya üç dakika konuşurduk Hüreyre ile.
…..
Ya o kaptı bizim Hasan’ı, ya da Hasan; “Bu çiçek ele gitmesin” dedi… Neticede yağmur, güneş ve gökkuşağının sarmaş dolaş halay çektiği bir günde ben de onların konvoyunun filmini çekiyordum bir el kamerasıyla…
A, baktım ki gelin arabasının camında iki harf: Ü ve H…
Açtırdım camı;
– A be koca Trakyalı, dedim. Üreyre’nin Ü’sünü mü yazdırdın cama?.. Madem öyle ise, niye Asan’ın A’sını da yazdırmadın?..”
– Yok be “dayı” dedi. Hanımın adı nüfus kağıdında “Ülfet” yazıyor da, onun için!..
Keşke dünyadaki herkes benim dayımın çocukları kadar güzel gülümseyebilseydi…
Onların her birini her zaman gülümserken hatırlarım. Büyüklerin küçüklere bağırması henüz bitmeden iki kaşlarının ortası titrer ve gülümseyiverirlerdi… Küçükler ağlar, ama henüz gözlerinden yaş süzülürken sana döner ve gülümserlerdi…
…..
Belki de ben öyle bir yaşımdan bakıyorum ki o bahçenin insanlarına; boyum tam bir bacak kadardı ve herkes “gülerken” gözüküyordu benim baktığım hizadan!..
Hah işte, Hasan en küçüğümüz!..
Üç yaşına kadar emmiş, şimdi ise yine emmek için “Küçük annesi”nin (yengem) peşinde dolaşıyor “Kocaanne”sine (anneannem) belli etmemeye çalışarak!
Çabuk parladığı için, çocukların kendisiyle pek de başı hoş olmayan aneannem, Hasan’a dönüp; bir nefeslik hiç kesmeden, tükeninceye kadar bağırıyor… Sonra da, “hih hih hih” diye (kendine mahsus gülüşüyle) gülüyor…
Kaçıyor Hasan, emmekten umudunu kesmiş olarak… Ama vazgeçmiyor…
Bu defa elinde bir dilim ekmek, yalım yalım yalvarıyor:
“Küçükanne!.. Şşt Küçükanne… Accık sağ üstüne, hadi noolur!..”
(İnanılmaz komik, ama gerçek. Hâlâ gözümün önünde o sahneler…)
…..
Yengemin işi gücü var, bahçede “zıkırdayarak” peşi sıra koşturmakta olan (topaç gibi) oğluna dönüp;
“Git başımdan, bak söylerim Kocaannene!..” diye korkutuyor Hasan’ı…
…..
Fakat o bu durumdan hiç memnun değil.
Kimbilir ne zaman ve nerede gözlerden uzak hangi köşede yalnız yakalayıncaya kadar annesini, dolaşıyor peşinde!..
Anneannemin karyolası, kapıdan girdiğin zaman sağında kalıyor. İkisi sol, biri de karşı duvarda olmak üzere üç küçük pencereden aydınlanıyor odası. Pencere altlarında uzun duvar yastıkları var, oturanların sırtını korusun diye. Yerde ise minderler.
Pencereli iki duvarın birleştiği köşedeki şeyin… Neydi bunun adı?.. Üçgen tahta, raf, sergen, köşelik gibi bir şey olması lazım… İşte onun üstünde, ters kapanmış bir bardağın yarısı kadar o şey… Bunun da adını bilmiyorum… İçinde bir cami var, sallayınca üstüne kar yağıyor, ama her zaman sallattırmıyorlar. Ne ki onlar?.. Hayret!.. Sallıyorsun gene yağıyor, gene sallıyorsun gene kar yağıyor…
“Sallamasanıza ayaklarınızı eşeğin sıpalarııı başımdönüyooo bilmiyor musunuz kansiyonum var beniiim!..”
Bir yandan onun başının nasıl “dönebileceğini” kavramaya çalışan bizler, diğer yandan da yatağının kenarına tek sıra olarak otururken (yere değemediği için) boşlukta kalan ayaklarımızı sallamadan zaptetmeye çabalıyoruz!..
…..
Muzip bir ses tonuyla;
“Neyin var anne, neyin var?” diye soruyor büyüklerden biri.
“Kansiyonum var ya, kansiyonum… Başım dönüyor işte… Hih hih hih hih!..”
Sonra, benim anlamadığım şeylerden bahsetmeye başlıyorlar gene. Anneannem diyor ki;
“Ben o, tarlamızdan buğdayımızı bile alan herife rey falan vermem… Neydi onun resmi, hangisiydi işareti söylesenize?..”
Böyle laflar, başlayınca bir daha bitmediği için biz dışarı sıvışıyoruz. Böyle laflar, başlayınca bir daha bitmiyor hâlâ!.. Böyle laflar, başlayınca bir daha bitmeyeceğe de benziyor gelecekteki uzun yıllar boyunca!.. O yüzden, mümkün olduğu kadar “sıvışmaya” çalışıyorum hep aradan kenardan!..
Kimse alınmasın, ama ben; her gün, günlük siyasi olayların yorumunu yazmaya pek akıl erdiremiyorum… Bu kadar bol malzeme varken ortalıkta, bu kadar da çok yapan varken bu işi ve de en önemlisi;
Bugün yazdığını yarın çöpe atacağını bile bile, yine de günün siyasî gelişmesi için kafa patlatmak benim zoruma gidiyor!..
Buyur işte; Özal bile yok artık…
Onunla uğraşanların da bir kısmı yok artık…
Düşünün şimdi, o zamanki kavgaları ve yorumlarını kim okur, kim dinler artık…
Fakat bazen öyle ısınıyor ki ortalık, benim için bile;
BUGÜN DE SİYASİ YAZI YAZMAYABİLMEK, çok zor oluyor!..
Biliyorum, sizin için de çok zor oluyor KIZMAMAK, BAĞIRIP ÇAĞIRMAMAK, ÖFKENİZİ YENMEYE ÇALIŞMAK…
Ama, bunun keyfi ise;
Bir zamanlar bizim “kocaanne” gibi, şimdi dahi nice anneannelerin-babaannelerin BİLE kafa yorduğu, cıvık çamurlu sularda “şappada şuppada” yürümeye ÇALIŞMAMAK oluyor…
Hem de üstünün başının temiz kalmasına dikkat etmeye çalışarak!..
Stop
Muammer Erkul
19 Nisan 2001 Perşembe