İstanbul avuçlarımdan akmadan
Hani İstanbul’u ben gezdirecektim sana?.. …..
“Orası Sultanahmet, şurası Yerebatan…
Gel bak, burası da Caferağa Medresesi, diyecektim. Hemen aşağısıysa Gülhâne…”
Hani İstanbul’u ben gezdirecektim…
Hani, beyaz tenli martılar ve mavi gözlü kızlar kadar güzel Kızkulesi’ni gösterecektim sana?..
Ve sonra…
Ve sonra Boğaz’a götürecektim seni, doğduğum yeri gösterecektim…
Beyaz bir kundak gibi açacaktım sana, ne kadar hatıram varsa;
Ortalık “ben” kokacaktı!..
…..
Hani, ortaya saçılanlardan bilmediklerimi toplayacaktım ben bile biir bir…
Hani sen… Hani sen, dudağımdan dökülmeyenleri dahi içecektin ya?..
…..
Hani, ben gezdirecektim ya sana İstanbul’u?..
Hani Karadeniz’den Marmara’ya…
Hani karasevdadan mehtaptaki oynaşmalara kadar, aşk adına ne varsa bir kenara koyup…
Hani bana, yaşayabilmek için sadece bir “can” bırakıp;
Bir “altın boynuz” gibi saplanacaktın ya kalbime!..
Hani İstanbul’u ben gezdirecektim ya sana?
Hani İstanbul’u ben gezdirecektim sana?..
Hani Yûşa Tepesi’nde kuzey rüzgârının serinliğini hissedecektik; ve Eyüp sırtlarında bütün mevsimlerin ferahlığını?..
Hani ben yaşatacaktım ya sana İstanbul sabahlarını?
Duyduğun, gördüğün ve gezdiğin ne kadar İstanbul varsa senin olsun!..
…..
İstanbul’u tanıdığını mı zannediyorsun şimdi?
İstanbul’a benim gözlerimle bakmadan…
…..
Ve İstanbul, avuçlarına; benim avuçlarımdan akmadan!..
———————————————————
Mavi gülüştün
Uzanıp yatarken selvi altına,
Aklıma yine sen, yine sen düştün.
Usulca sokuldum gül kokusuna,
Sen, benim içimde mavi gülüştün…
Gülüştün, gülüştün, mavi gülüştün;
Sen, benim içimde güzel bir düştün…
Sessizliğe mahkûm oldu o yıllar,
Görünüp, kayboldu sana bakanlar,
Mekânım; her zaman tozlu tavanlar,
Sen, benim içimde mavi gülüştün…
Gülüştün, gülüştün, mavi gülüştün;
Sen, benim içimde güzel bir düştün…
Yağmura hasretim ben o yağmura,
Görünce, aniden yelkenler fora,
Seni benden bir tek yağmurlar sora,
Sen, benim içimde mavi gülüştün…
Gülüştün, gülüştün, mavi gülüştün;
Sen, benim içimde güzel bir düştün…
Salih Topcu
Tozlu defter
(Gölcük kaç yaşındaydı kim bilir… Ama Elif Akan ve Tuğba Kahyaoğlu onyedi yaşındaydı 17 Ağustos 1999 gecesi… Çok şeylerini yitirdiler o gece, çok şeylerini… Bir umutları kaldı yanlarında, bir de toza bulanmış defterleri…)
Bir çığlıkla uyanmaktan ve içi boşaltılmış bir kadavra soğukluğuyla etrafa bakmaktan başka kim ne yapabildi o sabah?..
Yağan yağmurlar gibi ölenlerin isimleri sıralanıyordu ardarda. O ölmüş, o da, o da ölmüş.
Ya ben!..
Neden benim de adım yoktu o listelerde?
Demek hak etmemişim bunu da. Neyi hakettim ki şu kafamın içi kadar büyük dünyada?!.
Ruhum şimdi çok yorgun. Ne yediğimi bilmeden yiyorum. Nasıl geçtiğini bilmeden bitiyor günler. Sadece 17 yaşındayım. Yaşıtlarım gibi hayallerim yok… Her bahar aşık olmuyorum. Başımda yeller esiyormuş, haberim yok! Meğer ben gençmişim de unutmuşum onca yıkımın arasında…
…..
(Kendimizin hazırlayıp, tek kişilik oyun olarak benim okulda oynamış olduğum “Bugün ayın onyedisi” isimli tiyatro oyunundan bir bölümdü…)
Elif
Gidenlere, kaybettiklerime üzülmüyorum. Ben onları ebedi kazandım.
Yıkılan evim, odam beni bekliyor şu anda. Saatim bıraktığım yerde. Annemin son yaptığı yemek dolapta, yiyeceğim ondan…
Açıp, karıştıracağım çekmecelerimi, mektuplarımı, notlarımı okuyacağım. Teker teker kazaklarımı giyip, parfümümü duyacağım. Sonra balkona çıkıp, Gölcük’üme bakacağım. Işıklar yine yanıyor, askeriyenin gemileri ışıl ışıl. Havai fişekler atılıyor, bir serin Ağustos rüzgarı saçlarımı savurup nefesime karışıyor. Ben bu nefesi ilk defa alıyorum. Yeşil-mavi deniz kokuyor… İrkiliyorum birden duyduğum tanıdık seslerle. Ağlıyorum ben Cennet’te.
Razıyım Rabbimden gelen herşeye, yeter ki o benden razı olsun…
8 Ocak 2000 / Tuğba
DEVAM EDECEK
Stop
Muammer Erkul
25 Ağustos 2000 Cuma