Târife “tarih” gerek (!) [15 Eylül 2000 Cuma]

Târife “tarih” gerek (!)

(Tarih olmadan, tarifler olmuyor.
Anlatılanlar yavan kalıyor; yani yağsız, tuzsuz, lezzetsiz…
Koca bir ağacın tepesinde sanki dün peydah olmuş asalak ot edasıyla; köksüzlüğe, dipsizliğe, topraksızlığa, mazisizliğe… Yani tarifsiz bir tarihsizlik talihsizliğine duçar olanların zavallılığına düşmekten nasıl koruyabilirsin gelecek nesilleri?..
Aşılayarak…
Minik dozlar halinde;
“Aç güzelim ağzını… Üstüne ilaç damlattım ama, bu şeker gerçekten çok tatlı… Hem de seni ipi kopmuş bir şamandıra gibi kayıp okyanuslarda sürüklenmekten koruyacak…”
…..
Uzatmayayım değil mi?..
Hadi size “afiyet” olsun…)
Yazdıklarını takip etmeye çalıştığım kalem ehli (ve gönül ehli) yazarlarımızdan biri de İsmail Yağcı Beyefendidir…
…..
Çoook geç tanıştığım, şimdi emekli olmuş olan Albay Yağcı, bize (yani bana) hiç benzemez…

Biz her zaman söyleriz; İstanbul ile, İstanbul’un işaret tabelası arasında çok büyük fark var, diye.
Karıştırmasın kimse bunu…
…..
Biz İstanbul değiliz, ama dosdoğru olarak İstanbul’un yolunu gösteririz!..
Biz İstanbul’u bilmeyiz bile, ama İstanbul’un hangi yönde olduğunu biliriz…
Bizi görenler İstanbul’u görmüş olmaz…
Bizi İstanbul bilenler ise henüz hiçbir şey görmeden kendilerini aldatmış olurlar…
O yüzden, (özellikle de bu üslupla) benim gösterdiğim kişileri kulak arkası etmeyin…
…..
Ben İstanbul’u bilmeyebilirim, ama; benden sonra hangi tabelaların geldiğini iyi bilirim… (Hatta) Bütün tabelaların benden sonra geldiğini bilir, bir anlamda rahat ederim…
Sevincim de sıkıntım da budur…
Acım da tatlım da budur…
İstanbul’un yolunda olmak… Ama hep bu “yolda” kalmak… Yani İstanbul’a gidenlere yol gösterip, bir santim bile ileri gidemediğini bilmek!..
İşte hem tatlının hem acının tarifi!
Ve aynen şu an olduğu gibi yazıp yazıp, kendi yazdıklarından hiç bir şey anlamamak!.. Biri çıkıp soracak olsa ne demeye çalıştığımı, bir cevap bulamayacak olmak…
…..
Anlatamıyorum, değil mi?..
Biliyorum!
Ben de bunu diyorum ya zaten!..
Evet… Bizim de çocukluğumuz “Tarihin şeref levhaları”nı, “Bin yıldır yaşayanlar”ı, “Onlar da çocuktu”ları ve biir sürü araştırmalarla, tarihi romanları okuyarak geçti…
Kendi tarih ve kültür mirasını, kendi ülkesinin çocuklarına ulaştırma çabasındaki hiçkimsenin, vermiş olduğu zerre kadar emeğin bile mükafatsız kalmayacağını biliyorum.
…..
Bu isimleri tek tek saymaya çalışırsam; şu an aklıma gelmeyecek isimlere karşı edepsizlik olur, ve zaten her birini zikretmem de mümkün değil…
Ama şu anki konuyla alakalı olarak söyleyebilirim ki; bir zamanlar, Erol Erşenkal’ın her gün bulup köşesinde yazdığı tarihi güzellikleri çocuk yaşlarımda yıllarca okumuş, kesip saklamıştım hatta…
Ve, hazreti Mevlâm gani gani rahmet eylesin, benim gibi binlerce okuyucusu olan, büyük gayret adamı İ. Hakkı Konyalı’nın; çok yaşlı olduğu yıllarda (15 sene falan önce), Nuruosmaniye caddesindeki Yeşilay binasında izlediğim son konuşması hâlâ aklımda…
İstanbul’un göbeğinde, bir (resmi kuruma ait) binanın çatı katındaki tarihi evrakı araştırmak için oraya çıktığında, DİZLERİNE KADAR; rutubetten ve ihmalden adeta cıvık çamur halini almış mühim belgelere BATTIĞINI anlatırken akıttığı gözyaşları hâlâ içime damlıyor…
Ömrünü tarihe adamış olan merhum, bir yandan ağlamaya devam ediyor diğer yandan da yüzyıllardan beri biriktirilmiş olan kitap, dergi, evrak… ayrıca resmi belgelerin nasıl ve hangi yollarla hangi sınırlarımızın dışına atıldığını anlatıyordu…

Ve şimdi, (Türkiye Çocuk Dergisi’nde de uzun yıllardan beri, çocuklara şanlı tarihimizin güzelliklerini aktarmaya, öğretmeye zaman harcayan) İsmail Yağcı beyefendi ile (haftada bir gün bile olsa) yanyana köşelerde yazmak, komşusu, sınırdaşı olmak bize hakikatten onur veriyor…
…..
Bugüne kadar okumadıysanız, onun yayınlanmış yazılarını bulup bulup ayırın. İlginizi çekecek çok konuya rastlayacaksınız satırlarında.
Ve bana da dua edeceksiniz, biliyorum bunu…

———————————————————

Niye iddialı olmayalım ki?..

M…’dan S. ile sohbet ediyorduk geçen gün…
O kendini kaptırmış konuşuyordu. Ben de onu (uzun yıllardır tanıyor olmanın hazzıyla) dinliyor, o göremese de tebessüm ediyor, onunla gurur duyuyordum…
…..
Sustu aniden. Ve dedi ki:
“Şey, çok mu iddialı oldu bu söylediklerim?..”
“Yoo, dedim…
Yerine göre çok iddialı da olmak lazım zaten…
Ben bu toprakları dünyanın en güzel ülkesi yaparım, diyemeyen insan neden bir ülkenin başına gelmeye çalışır ki?..
Mevcut şartlar dahilinde, en az hata yapan doktor, en dikkatli mühendis, en çok araştıran mimar vs. olmayı kafasına koymamış öğrenci; bu iddiaya gerçekten sahip olanlara harcanacak kadar parayı, kendi iddiasızlığı için mi harcattırmaya çalışır kendi devletine?..
…..
Diğerleri benim umurumda değil, ben bu toprağı sürer, eker, sularım ve en iyi verimi elde ederim, diyen çiftçinin nasırlı elleri nasıl öpülmez ki?..
…..
Bu bölgenin en hızlı ve başarılı fotoğrafçısı… Çeşidi en bol kitapçısı… En taze deniz ürünlerini bulunduran balıkçısı… En temiz ve güleryüzlü kebapçısı… Yolların en kestirmelerini bilen ve kullanan taksicisi… Dünyadaki en iyi olmaya inanmış sanayicisi… Bu şehirdeki en temiz ve bakımlı umumi helanın işleticisi olmayı düşünmek, istemek, kafasına koymak ve bu uğurda çaba göstermek çok mu büyük iddialar…
Veya, niye iddialı olmayalım ki?..
Endişelenme…
Sen de iddialı ol.
Çünkü bir iddiası olmayanların ne gidecek yeri, ne de bacağında mecali vardır!..


Stop

Muammer Erkul
15 Eylül 2000 Cuma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir