Bir zamanlar, Türkiye Çocuk Dergisi’ndeki günlük toplantılarımızda, içmeye çalıştıkları sigaraları “ziyan” edenlere (kulakları çınlasın) müdürümüz Şaban abi;
“İçeceksen şu sigarayı Muammer gibi iç, diye fırça atardı!..
Sigara ve ben yakıştığımız için birbirimize, adeta bir bütün olduğumuz için; onu bırakabileceğime kimse ihtimal vermezdi. Hatta ben bile… O dakikaya kadar!..
Beş sene önceki Nisan ayının son haftasıydı. Kahvaltı üstüne çay içmeye devam ediyordum. Parmağımın arasında, o sabahın üçüncü sigarası tütüyor, ve de gazetemizin Cumartesi ilavesini okuyordum, kiii; ayağa kalktım… Kalkarken de, kısa Tekel-2000 paketimi masada bıraktım!..
Hava çok güzeldi o gün, hatırlıyorum; ağaçlar, ve otlar, ve bulutlar, ve kuşlar, ve insanlar, ve, ve, ve her şey çok güzeldi…
Kartonla (yani onlu paketler halinde) aldığım bütün yedeklerimi birilerine dağıttım o hafta. Masanın üzerinde kalan yarım paket ise hâlâ bir yerlerde durur; “ondan kaçmadığımı-ondan korkmadığımı” bilerek!..
Demek ki sigarayı bırakmak bu kadar basitmiş, dedim hep… Öyleyse insanlar hem kendilerini ve hem de biri birlerini korkutup şartlandırıyorlar “sigaranın terk edilemeyeceği” konusunda!..
Aradan birkaç ay geçmiş olmalı. Yakın arkadaşlarımdan Ahmet Sırrı soruyor, ben cevap veriyordum:
-Gazetenin ilavesinde bir konu işlenmişti. Her yerde ve her zaman sigara içenleri korkuturlar ya, ve korkunca da insan hemen sigaraya sarılır ya!.. O yazıdaysa MÜJDELER sıralanıyordu; “bıraktıktan altı saat sonra şöyle olacak, üç gün sonra bunu hissedeceksin, bir yıl içinde şu tehlike kalkacak” gibi şeyler… İşte o an, yazının ortasında, öylece bıraktım sigarayı. Sigaram yarım kaldı, sigara paketim yarım kaldı. Hatta okuduğum yazı bile yarım kaldı; devamını okumaya lüzum görmedim!..
Gözlerini dikmiş bana bakıyordu arkadaşım… Sordu:
-Oldu mu peki o yazıda söylenenler?..
-Bırak da gör!..
İşte aynen böyle söylemişim. Bunu ise; bir gün birilerine, benim yanımda “sigarayı nasıl bıraktığını” anlattığında öğrendim…
Yani, ben ona öyle deyince, o da denemiş ve görmüş!..
Şu hadise de (abartısız-aynen) gözümün önünde oldu:
Oniki yaşlarında küçük bir kız çocuğu, babasının yanında oturuyordu. Aynı odada rastlaştıkları yaşlı amca, ona bir Namaz Kitabı uzatarak;
-Bunu al, oku yavrum, tamam mı?.. Dedi. O kızcağız da “peki efendim” diyerek kitabı aldı. Okuduktan sonra, o yaşında namaz kılmaya başladı. Sonradan babası bile bilmediklerini ondan sormaya başladı…
Meşhur menkıbedir ya; mezhep imamımız İmam-ı Azam efendimize bir çocuk getirerek;
-Efenim, bu çocuk tatlı yiyince hasta oluyor, ama yemesine mani olamıyoruz. Siz söyleseniz de yemese, diyorlar…
-Kırk gün sonra getirin de söyleyeyim, diyor.
Dediğini yapıyor ve kırk gün sonra getiriyorlar çocuğu. Çocuğu karşısına alıyor, ve;
-Bir daha tatlı yeme, tamam mı yavrum, diyor mübarek. Çocuk da; “peki efendim” diyor, ve bir daha tatlı yemiyor…
Tabii ki herkes şaşkın. Üstelik “söyleyeceği sadece bu tembih ise, acaba neden kırk gün beklettiğini” merak ediyorlar. Diyor ki büyük imam;
-Siz geldiğinizde ben yeni tatlı yemiştim. Henüz ağzımda tadı vardı… Size kırk gün sonra gelin, dedim ama kendim de bu kırk gün tatlı yemedim. Bunun için de Allahü teala sözümde tesir yarattı!..
Bizim sıkıntımız da çoğu zaman bu işte.
“Yapmadığını söyleme” diyebilecek cüretimiz, mecalimiz yok elbette kimseye. Ama, sizler bana ve ben de size;
“Söylediğini, en azından yapmaya çalış” diyebiliriz, öyle değil mi?..
Stop
Muammer Erkul
24 Mart 2005 Perşembe