Urfa bir mıknatıstır [13 Temmuz 2006 Perşembe]

Bu şehrin adı bile mıknatıslamaya yeter insanı…
Şimdiki ifadeyle altıncı sınıfı bitirdiğim yazdı Şanlıurfa’ya ilk gidişim.
Sorardım; “yüzbin nüfusu var” derlerdi. “Bu yanından diğer başına bir saatte yürürsün” derlerdi de, dinler şaşardım…
Martıdan başka kuş, Çamlıca Tepesi’nden başka dağ bilmeyen bir çocuğun Fırat’ın ardını görmesini hayal edin. Fırat’ın öte yanı, berisine benzemez… Nedendir bilmem ama havası başkadır, rüzgârı başkadır, suyu başkadır. Toprağı bile bambaşkadır, bembeyazdır mesela. Adına “eşek” denmeyen merkepleri bile beyazdır bu şehrin ve sırtlarındaki su tenekeleriyle dolaşırlar genellikle, beyaz toprak rengi dar sokaklar içinde… Labirenti andıran bu sokaklardaki tek farklılık, hacı kapılarıdır; çiçekli şekiller çizilmiş, boyanıp süslenmiştir hemen tanınsın diye… Ayrıca bir İstanbullu çocuğun çok ilgisini çekecek, damgaya benzer dövmeler vardır bazılarının el veya yüzlerinde…

İlk gecemiz, toprak bir damdaki renk renk yorganların altında geçmişti. Çok geç yatmıştık. Birkaç saat sonra biri seslenip herkesi uyandırdı. Henüz karanlıktı. Ben uyanmaya çalışırken şehrin üzerinde sabah ezanları uçuşuyordu… Namazımızı kılıp tekrar yattığımızda bizi uyandıran; yüzümüzü yakan güneş oldu…
Sık sık acılı lahmacunlar yediriliyordu bize. Ağzımızdan (sanki) duman çıktıkça, önümüze ayranlar diziliyordu!
Eski çarşı ve eski usullerle çalışan ustalar… Oradaki bir çocuk tarafından, “buraya sakın taş atma” uyarısı aldığım balık dolu göl; yani Hazret-i İbrahim için yakılan ateşin yerinde oluşan Halilürrahman Gölü… Kayan topraklarda basa basa oluşmuş merdivenlerden ulaştığımız Kale ve üzerinde iki dev mancınık sütunu… Zehirli olabilecekleri söylenmiş iri kertenkelelere dikkat ederek, kale arkasındaki gayet geniş ve derin hendek içinde, yapayalnız ve korka korka yaptığım keşif gezisi… Kalenin bastığı dağdaki kayalara oyulmuş mağara evler… Yukarıdan bakınca; koskocaman ve kuru ovanın içinde, kalenin dibine doğru toplanmış ve bütün sokakları, bütün evleri tek tek görülebilen “şu kadarcık” şehir… Minibüsle gidilebilen, çevresinde bir iki küçük yapı ve birkaç ağaçtan başka bir şey bulunmayan, Eyüp aleyhisselamın kaldığı (Eyyubiye semtindeki) mağaraya inişimiz… Ve daha çook şey…
Ben büyüdüüm Urfa büyüdü. Ben artık büyüyemez oldum, ama Urfa büyümeye devam etti…
Son gidişimde, özel yapılmış merdivenlerden tırmandığım kaleden bir de baktım ki; her taraf Urfa’ydı!.. Hem de öyle Urfa idi ki her taraf; artık ova bile yoktu!..

Dünya tatlısı Zeynep’in, TGRT’de yayınlanan “her şey onda” programında; ikinci defa yakalandım Şanlıurfa Çekirge Grubu’nun sıra gecesine, ki vayyy; yine “cızzz” dedi içim! Rahmetli Kazancı Bedih’in çırağı Hafız bile buradaydı:
“Uuur fa nıneet rafııı…
Dumaan lıdağ laaaranam anam…”

Bu köşe başladığında bir reklam-tanıtım ajansım vardı. Aynı binanın karşı dairesinde de Urfalı bir arkadaşım vardı, Veysel Polat… Sonradan ben her şeyi bırakıp sadece yazmaya başlamış, Veysel ise (herkesin yapmadığı bir güzellik yaparak) kardeşiyle birlikte memleketine dönmüş; “Gap Gündemi” gazetesini çıkarmış ve İmaj Reklam adıyla İstanbul’daki işine devam etmişti…
Çekirge Saz Grubu’nu ve Kazancı Bedih’in çırağı Hafız’ı dinlerken, parmaklarım Veysel’in numarasını çevirmeye başladı… Aynı anda şu notu yazıyordum bir kâğıdın ucuna:
Urfa, bir mıknatıstır!

Stop
Muammer Erkul
13 Temmuz 2006 Perşembe

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir