Doksandört yazında (birkaç gün evvel getirdiği karneyle yüreğinizi hoplatmış) şimdiki ilköğretim çocuklarının büyük kısmı Dünya’da bile yoktu.
Doksandört yazında, en azından “fareleri ürkütecek” heybetimiz, ve (bıyığı çıkacak kadar) büyümüş olduğumuz da ispat olsun diye, bıyıklarımız bile vardı!..
Doksandört yazında kim neredeydi ve kim neye benziyordu, bilmiyorum. Ama, biz buradaydık; ben, ve sizler. En azından bir gün buluşacağımızı hissediyorduk.
Öyle değil mi?..
Şu an tatildeyim, ama; yazamayabilemiyorum!..
Ödüm kopuyor, bir gün bile sizsiz kalmaktan.
Çok kapılarda dolaşmadım aslında ben…
Koca bir denizde alık alık dolaşan bir balık gibi tutuldum, ve pişirilip kondum tabağınıza… Lezzetimi, siz biliyorsunuz!..
Dalgaların arasında bunu kendi kendime yapmış olmam mümkün mü? Ve mümkün mü bu, şansıma şükretmemem?..
İstikrarı anlatıyorum size, yaşadıklarımla…
Bir gün, bir bakıyorsun ki aradığın adrestesin. Tam otuzüç seneden beri (başka örneği mevcut değil) yolundan sapmamış, kapanmamış, satılmamış, el değiştirmemiş bir gazetenin parçasısın; tam dokuz senedir… İşte bunu farketmek; yolundan sapamayacağını, kalemini satamayacağını emrediyor sana.
Bu istikrara ayak uydurmaya çalışıyorsun. Göndere çekilen bayrak gibi, bu rüzgar altında dalgalanıyorsun her şartta.
Biliyorsun ki; senin de yapman gereken, işte budur.
“- Efendim, ahiretle ilgili öyle müjdeler anlattınız ki; lütfen dua buyurun, hemen, şimdi ölmek istiyorum” diyen talebesine:
“- Bu kadar da tembel olmayın, diyor büyüklerden biri… Eğer siz ölürseniz, burda yapılması gereken işleri kim yapacak?..”
Bu yazı burda biter… Ama biz, burda tatilde, eğer bu yazıyı yazmamış olsaydık… Kimden öğrenecektiniz ki Kuzuluk Kaplıca Evleri’nin böyle vazgeçilmez olduğunu?..
Değil mi?..
Stop
Muammer Erkul
18 Haziran 2003 Çarşamba