Yazarın kızı!
Herkes herşeyi yazdı zaten hakkında. Zaten o, çok kişinin, hakkında “çok şeyler” yazacağı biriydi…
Can Yücel; “deli” sarhoş ve küfür-kıyamet bir adam!.. Ki o zaten böyle sevilirdi sevenleri tarafından ve de böyle bilinmek isterdi…
Ardından ben de yazacaktım birşeyler ki; deprem girdi araya, yoğunluğumuz arttı ve kaldı… Uzun zamandır birikmiş mektupların arasında buldum Celal Ünver’in satırlarını. İki ay geçmiş üzerinden…
“Can Baba’yı kaybettik dostlar” diyordu ve bir şiirini eklemişti şairin.
Ne Hasan Ali’yi biliyordum o zamanlar, ne oğlu Can’ı. Tanıdığım, sadece; “yazarın kızı”ydı!..
On yaşında ya var, ya yoktuk.
İncirköy’ün çocukları olarak, Can Yücel’in büyük kızını öyle tanırdık.
Sessizdi, pek karışmazdı kalabalık içine.
Turkuvaz mavisine çalan durgun bir suya benzerdi bakışları…
Uzak ve dikkatliydi. (Veya bana öyle gelirdi diye düşünmüştüm, ama değilmiş.) Sanki renkleri ve şekilleri kaydederdi zihnine…
Şimdi dünyanın pek çok ülkesinde sergileniyor resimleri.
İncirköy’ün (Paşabahçe) çocuklarının kaçı hatırlar yazdıklarımı, bilemem. Belki de hiç biri…
Dokuz sene önce, yine bir sergi haberinde, gözlerinden tanıdım “yazarın kızı”nı… Ben de harıl harıl resim yapıyordum o zamanlar. “Yazar” dediğimiz adamın da Can Yücel olduğunu o vakit anladım.
Aramızda ekmek fırını ve cadde vardı sadece. Onlar, Yenökey’e bakan bir yalısında oturuyordu (İncirköy) mahallemizin.
Can Yücel; dünyadaki “bütün içkileri” içmeye, “bütün lafları” söylemeye çalışan adam…
Can Yücel; “yazarın kızı”nın babası”
Önümde, Celal Ünver’in gönderdiği bir şiiri var ve ben bunu “eski komşuluğumuzun” hatırına yayınlıyorum:
Buluşmak üzere
Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni
Diyelim için çekti bir sabah vakti
Erkenden denize gireyim dedin
Kulaç attıkça sen
Patia çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege Denizi bu efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun
İçine çil çil koşuşan balıklar
Lapinalar gümüşler var ya
Eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni
Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım.
Can Yücel
———————————————————
Mavileri hapsettiler…
İçimdeki gariplik gözyaşlarımla akmalı diye bağırıyorum…akmalı./O yabancılık çektiğim, tanıyamadığım, adını koyamadığım,/Sen diyesin çaresizlik, ben diyeyim umutsuzluk,/Akmalı gözlerimden…/Akmalı diyorum, çünkü içimde bir tortu misali,/Bir kırık hayal, bir yontuk masal,/Güvrecinin kanadına taktığım.
O bin bir renkli umudumun pörsümüş izi duruyor gönlümde…
Aksın diyorum gözyaşlarım,
Bir parça hedefine varmamış taze rüyalar koparayım yangın bahçemden
Hani o yangınları da nereden edindim bilmem,
Çaresi, çilesi, derdi, dermanı derken…
Dipsiz kuyuların uğultulu boşluklarında buluverdim kendimi.
Beyaz kağıtlara, hâlâ, belki de ısrarla karalıyorum, o birkaç satırı…
Nedir sen de bilirsin,
Okul sıralarında içimizdeki o koca mum ışığı ile…
Sözde karanlığı aydınlatırdı kalemlerimiz…
Sonra kırk ikindi yağmurlarıyla beraber ben hâlâ yazıyorum,
Ama o dipsiz kuyudan dışarı uzanamıyorlar bu defa…
Çaresi, çilesi, derdi, dermanı derken…
Kendime kavuniçi esrarengizlikler edindim,
Bir zamanlar turkuvazlara kenetliydi düşlerimiz,
Ben mavinin her tonuna kanadı kırık bir serçe salıverdim,
Hani bizim uçamadığımız bulutlara gönderdim onları,
Kanatlarına taktığım bir parça umut, bir parça zehir oldu içime,
Erimek bilmeyen bir düğüm giib boğazımda, nefesimi daraltma çabasında şimdi…
Bu yüzden ağlamalıyım seccademde, akıtmalıyım gözyaşlarımı…
Yağmurların kini insanlardan arındırma çabası gibi,
Gözyaşlarımda o boğazımdaki;
Düğümü eritme çabasında…
Hani uçurtmalarımız tellere takılmıştı bir gün;
Sen delicesine ağlamıştın ya, yas edercesine,
Ben tellerden mi çekindim bilmem,
Ya da gururumda o gün beni ağlatmayan,
Şimdi, keşke sıkıp bileğimi diyorum,
Olanca gücümle çekseydim uçurtmamı veya çekebilseydik,
O zaman ağlamalıyım diye bağırmayacaktım, belki sen de ağlamayacaktın öylesine…
Şimdi o yeşilliklerde uçurtma uçurtmaktan da korkuyorum,
Zaten izin de vermiyorlarmış artık!…
O mavi kuru, paslı tellerle hapis hayatına sürüklenmiş,
Özgürlüğümüzü almışlar yani, söküp yüreğimizi, döktürüp gözyaşlarımızı,
Bizi, bizden çalmışlar yani…
Çaresi, çilesi, derdi, dermanı derken…
İşte o birkaç kağıda, birkaç satırı karalıyorum hâlâ,
İtiraf ediyorum;
Uçurtmam tellere takıldığından beri
Tek düşüm, tek hayalim, içimdeki o garip istek,
Maviyi, o umutlarımızı, yarınlarımızı parçalayan,
Tellerden arındırma hevesi…
Ayaklarımız çamurda, aklımız hâlâ bulutlarda değil mi?
Yine ezanlarla beraber, sabahın o ürpertici alazında;
Gözyaşlarım akmalı diye bağırıyorum, AKMALI İŞTE,….AKMALI!…….
Şerife Özdemir
Diderot dedi ki:
“-Yalnızca tutkular,
büyük tutkular ruhu yükseklere yüceltebilir.”
Stoplayanlar
Kağan Koçak-Yalova, Mustafa Koçyiğit-Aksaray, Mustafa Sarpkaya, Gülnihal Ümit, Ayça, Esma, Sema, Münevver Ulusoy, Şeyda Eren, Onur Aydın-Ankara, Seda Selçuk, Sedat Demir, Hüseyin Şirin-Pendik, Serkan Sever, Sevda Öğretici, Sinan Eldem, Şule Tutan.
Stop
Muammer Erkul
27 Ekim 1999 Çarşamba