Ben bu yazarı okumam abi!
Beni bugüne kadar en iyi anlatabilmiş olan resim, kitabın arka kapağındaki fotoğrafım…
Emin olun bundan, samimiyim.
Keşke “tıpkısının aynısı”, fotoğrafı gibi dolaşabilen insanlardan olsaydım… Ama değilim işte, olmuyor. Şu son resmi çektiklerinde üzerimde bulunan kıyafeti henüz (yıkansın diye) çıkarmadan birileri diyordu ki;
“Bu resimdeki sen değilsin, ne zaman çektirdin bunu?..”
Buyur şimdi!..
Tamam. Ben, kitabın arkasındaki fotoğrafın aynısıyım… “Sırtüstü yatan” bir resim çektirmiş olsaydı babam, onu koyacaktım ama maalesef yoktu!..
Onbeş-yirmi sene evvel, kitapları “yediğim” yıllarda bir romanının arkasında Harold Robbins’in fotoğrafını gördüm…
İnanamadım!..
Kasabanın barından sallanarak çıkmış adamın yakaladığı kızılderili bir kadının torunu suratlı, gömleği göbek deliğine kadar çözülmüş, göğsü kırçıl kıllar dolu… Tepesinde beyaz bir fötr şapka, elinde yeni yakılmış (poz vermek için, belli) sigara ve eşek tıraşlı bu adam mıydı şimdi Harold Robbins?.. Madem öyleydi, o zaman “Mezar” onun okuduğum son kitabı olmalıydı!
Ya, “Yaşamak Sevmek ve Öğrenmek”in F.L. Buscaglia’si…
Keşke görmeseydim hiç resmini ve nasıl bir “tip” olduğunu bilmeseydim de yazdıklarının tesiri bende yarı yarıya azalmasaydı!..
Bu bocalamam sadece yabancı yazarlar için mi geçerliydi?.. Yoo, hayır. Aramızdakiler için durum daha da “vahim”di!.. Çünkü onların nasıl konuştuklarını, nasıl davrandıklarını, nasıl giyindiklerini bile görüyordum…
“Şu adam” bana ne öğretebilirdi ki?..
Doğruydu; O adamların hiçbiri bana hiçbir şey öğretemez oldular, ben öğrenmemeyi tercih ettikten sonra!..
Anlatabiliyor muyum?
Ve şu an ismini bildiğiniz nice nice dev adamlar, benim için yıllar boyunca “okunmaya değmez” kişiler olarak kaldılar…
Kim kaybetti dersiniz?..
Şu yazar çok konuşuyordu, bu yazar kekeliyordu!.. Şu yazarda iki kıyafetten başkası yoktu, bu yazarın zengin olduğu çok belliydi!.. Şu yazar çok uzun boyluydu, bu yazar kısacıktı!.. Şu yazar şöyleydi, bu yazar böyleydi!..
Yahu, Allah rızası için, sanki hiç kimsenin aklına;
“Oğlum, bir yazarın yazarlığı dışındaki hususiyetlerinden sana ne!..” demek gelmemiş bana… Hayret!..
Her yazarın hayalî bir şekli var her okuyucusunun zihninde…
Ve hiçbir yazar, hiçbir okuyucunun hayalinde canlanan şekle bire bir uymuyor.
Bu sence çok mu tuhaf?..
Yani benim, “senin kafandaki ben”e benzemiyor oluşum…
Ama öyle işte!
Okuyucuya “görünmekten” ödüm patlıyor aslında. Çünkü her göz beni “kendi zihnindeki ben ile” mukayese etmeye başlıyor.
On gün kadar evvel, taşınıyoruz… Hava müthiş sıcak. Günlerdir eşyaları ve özellikle de kitap-kağıtlarımı hazırlamaktan pestilim çıkmış… Koca kamyona “ev” doldurulurken ben bir arkadaşla özel bir kursta konuşmak için de, zaman ayırmak zorunda kalmışım…
Merdivenlerden çıkarken yukarıdan sesler geliyor kulağıma, adım geçiyor… Öğretmen arkadaşlardan birinin sesini tanıyorum, diğeri de sekreter galiba. Yarım kat sonra yanlarındayım. Üç kişiler, ikisini ilk defa görüyorum… Sesini tahmin ettiğim öğretmen arkadaş; “Hah işte, diyor. Kendisi de geldi…
Anlıyorum ki bu iki kardeşim Muammer Erkul’un okuyucusu ve karşılarında aradıkları da zihinlerindeki ben!..
O an bir onların gözlerine, bir de gelen “kendisi”ne bakıyorum ki; saçları uzun, kirli ve karmakarışık; boynunda bordo bir mendil bağlı… Kırmızı atletin üstüne önü açık kısa kollu bol bir gömlek giymiş… Kotunda bir sürü yazı ve resim olan, çorapsız ayaklarında toz ve kireçten tanınmaz olmuş bir çift yazlık ayakkabıyla duran birisi…
Onlarla beraber ben de bakakalıyorum; “kim bu yaa?!.."
Biraz sonra “neden böyle tedirgin olduğumu” soran öğretmen arkadaşıma diyorum ki sadece:
“İlk intiba için ikinci şansın yok!..”
Velhasıl, iki okuyucumu birden kaybettim galiba!..
——————————————————-
E-MAİL KUTUSU
– Denizden gelen mektup –
From: Neslihan Tuba Demir
To: muammer.erkul@ihlas.net.tr
Date: 11 Haziran 1999 Cuma 13:24
Subject: Denizden Gelen Mektup
Bu mesaj, bugünkü yazınızı okuduktan sonra bilmek isteyeceğinizi düşündüğüm bir kitap hakkında. Kitabın asıl adı ‘Message in a Bottle’, Türkçe çevirisinin adı ise ‘Denizden Gelen Mektup’. İzlediğiniz sinema filminin ana kaynağı olduğunu söylemem gerek sanırım. Film hakkında yazdıklarınızdan sonra, kitabı okuduğunuzda, onu çok beğeneceğinize hatta kendinize dair filmdekinden daha fazla şey bulacağınıza inanıyorum. Kitabın yazarı: Nicholas Sparks
Günde ortalama 3-4 saat yazarak bir kitabını 6 ayda tamamlayabilen, evli ve iki çocuk sahibi bir yazar.
Kitabın yayınevi, Altın Kitaplar ve ilk (aynı zamanda tek basım -şimdilik-) basımı Kasım 1998.
Sizin her gün paylaştıklarınızdan cesaret alarak ben de okuduğumda çok beğendiğim bu kitabı sizinle paylaşmak istedim. Sanırım siz okumayı sevenleri düşünerek herkesi haberdar edersiniz. Sadece sizin okumanız bile, bu güzelliğin bir fazla kişiye ulaşması demek olduğu için yeterli olur sanırım.
Saygılarımla…
– Avustralya’daki tarihi şişe –
Bugünkü yazını okudum ve hemen sana söylemek istedim, şu okyanusa şişe atma olayıyla ilgili…
Çanakkale Savaşları sırasında Avustralyalı askerler; “Biz çok kötü durumdayız. Savaşın ortasında aç, susuz, perişan bir haldeyiz. Ne olur bize yardım edin” diye bir mesaj yazmışlar ve şişe ile birlikte Çanakkale’den denize salmışlar. Ve o şişe savaştan 50 yıl sonra Avustralya’da bulunmuş ve o mektup ile şişe şu anda Gelibolu yarımadasındaki bir müzede bulunuyor. Sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Köşenizi hiç kaçırmıyorum.
Selma Tosun-Bursa
ŞİİR
Gelecektin ya
Hani sen gelecektin ya.
Karlar eriyince
Mor çiçekler açınca gelecektin.
Umuda uçacaktık
Yıldızlar toplayacaktık
Uçurtma uçuracak
Bir çocuğun gülüşünde, mutlu olacaktık…
Hani sen gelecektin ya
Yağmurlar yağdığında…
Gökkuşağı açınca.
Hani sen gelecektin ya
Ben sana şiir yazmadan önce…
Volkan Taşdemir-Muş
Stop
Muammer Erkul
22 Temmuz 1999 Perşembe