Kapısını kapatmıştı… Kapalı bir ortamın zerafet atmosferine tebdil olmasını bekleyecek liyâkati de kendinde bulamamış olacaktı ki, buruk bir pişmanlık duygusuna müptela oldu. Kimdi bu çaresiz? Anlamayacak halde buldu kendisini. Yaşamın kılcal damarlarında “detay insanı” olma düşünden vazgeçmeyi bir türlü başaramamıştı. Bu bir kayıp değildi aslında, acele karar vermenin kararsızlığında bocalayıp duruyor olması; insanlar arasında bu gibi konumları da reva görecekti. İster imtihan, ister sıkıntı: hepsi aynı yerden geliyordu ve yollarına devam ediyorlardı… Devam etmeliydiler. Hayat ve fizik bu omurga üzerine kurulmuştu (yaratılmıştı). Karamsarlığın rengi kalabalık düşünce gecelerinin renginden daha da koyuydu. Hep bu fikir jimnastiği ülfet atfetse de, şu an için olgun bir muhataba kürek dayayamama talihsizliği konuyu özetler mahiyetteydi. Kalem, göz, akıl süzgeci, kitaplar ve okuduklarını anlatma gayreti… Bunlardı maddi-manevi kazanımlar. Getirisi ve götürüsü bir ilahi tılsıma havale edilmiş, marifet boyutunda beşerin idrak edemeyeceği mahzen-i esrar nevinden bir alanı teşkil etmekteydi.
İnsanları süzgeçten geçirmek ağır vebal isteyen bir ekoldür. Süzgeçten geçebilmek daha da ayrı çetin bir süreçtir. Süzgeçte kalabilmek ise duyguları yere seren hitabet sınırı bir hadisedir. Dünya ve üzerinde yaşadıkları, asla ve asla bu üçlüyü aynı anda barındırmak istemez, barındıramaz.
Kendi evinde yaşamış oldukları ünsiyet merdiveninde rahatça yürüyebilmenin bir ifadesi olsa gerek ki, göründüğü gibi ifade etmekte dili zorlamıyor. Asıl kalbi tetikleyen ve iç virüs halinde kendini belli etmeyen mazgal akıncıları vardır ki, şuur blokajında sindirilmezse pörsümeler silsile halinde tezahür edebilir.
Muhataba kendini anlatamadığına dem vurmak bile kazanım niyetiyle yapılmışsa, bir ızdırap kıvılcımı olarak levh-i mahfuza kaydediliyor. Kendi psikolojisini anlatma gayreti değil, içinde bulunduğu psikolojik durumun hitabetle şuura keyfiyet yüklenmesi…
Dilini tutmalı mıydı? Neydi bu dilini tutmak? En yakınları dahi tavsiyesinde hamiş olarak bunu salıklıyorlardı… Sahi dili tutmak ve dilin tutulması aynı olmasa da dil çaresizliği içerisinde kalan birisinin yeni bir dostunu yakalayabilmesi gibi bir yelpaze miydi? Dil kaymasıyla yıldız kaymasının fersah fersah uzaklığı “detay insanı” olma simetrisine tevafuk olarak gelemez miydi? Bu simetride dini tezahür hangi kefede sağlamlığını koruyabilecekti? Endişeler ve tedirginlikler ızdırabın süsü olarak dile komşu olsa sezaydı; fakat, bundan da rahatsız olanlar çıkabilir mülahazasıyla baharını ertelemeye mecburdu. Bahar ertelense yıldız kayması yaşanmayacaktı onlar için(!)… Halbuki Efendiler Efendisi(aleyhi ekmelüt tehaya) yıldız tutulmasında esrara matuf bir tehlikenin gidişatına paralel olarak namaz kılmış ve dua etmişlerdi. Dil tutulmasında aynı ızdırabın ayak izleri varsa da, külçesi arındırılmış(?) bir gönül, bunları fısıldamak istemeyecekti. Yılların hatırası ne enfes büyüklüğü taşımakta, hele hele bu en büyük İnsan (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından temsil ediliyor olursa… İslamın bidayetinde kıble olarak Kudüs’e taabbudi olarak yüzünü dönen bir peygamber, kalbinde bir ızdırap halinde Kabe aşkı var. Bunu kimse duymasın diye dile getirmiyor, sadece vahiy bu sırrı çözüyordu. Her şeye Müheymin olan Rabbimiz, dil ile kalbi esaret altına almadan denge yaratıyor. Ne muhteşem bir meleke-i Rabbani ki, göz pınarlarının debisi kalp ile ivme kazanmada.
Muhatabın kendisini anlamamasını dile getirmek bir ucub perdesinin açılması sayılabilirdi, bu tehlikeyi bertaraf etmenin en kestirme yolu rehber düşüncelere(izlenim) başvurmaktı. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem)’nin çekmediği eza ve cefaların bulunması kapıyı ilk hamlede aralamak için yeter ve artardı. Sosyolojinin kısır döngü vechesine girmeden sahabe efendilerimizin hayatına bir göz gezdirdi, hep aynı nabız atışına şahit oldu. Tabiin hazretlerinde de aynı nurani silsilenin devam edişine memnuniyet ifade eden göz seyahatiyle mutabık kaldı. Kalemin temel atışı ve kalbin sekteye uğramadan ilham periyotlarını dile getirmesi, eltaf-ı sübhani olarak verilen idraki kucaklayamamasına yetebilecek güçteydi. Bu güç altında ezilmemek için de aynı seyahate devam etmek durumunda, hatta zorundaydı. Kağıtlar arasında ezilip bükülmek, kalem ile dümdüz olmayı ona tasavvufi manada öğretebilirdi. Zann-ı galibini şefaat ederek inancıyla haykırabilirdi ki, çok konuşmasa da yazmayı hayat düsturu olarak vasfetmişti.
Büyük veli Bayezid-i Bistami (rahmetullahi aleyh) hazretlerinin aslanı musahhar bir canlı hüviyetinde mahmuzlaması, yılanı kırbaç silüetinde işin esrarına misafir kılması (Rabbimizin izniyle) her muhataba anlatılabilecek bir mesned olamaz. Fakat, bu büyük velinin dünyaya insani boyutta bakışının resmedilişini tarife kalkışsak, hacmi maneviyatın letafetinde sır olan bir hadise olarak kalır. Ne gariptir ki, hayat arkadaşına kendisini anlatamamak; diliyle “dünyaya küstüm” serzenişini ilham mayası yapmıyor! Büyüklerin usul hakkındaki mülahazası ne kadar derinse, füruata karşı atf-ı nazarları da yoldan çıkmayacak istikamette devam ediyor. İnsanlar arasında bir insan olarak kalabilme, ”detay insanı” şablonunu resmetmese de, kulak ardı edilerek müspet fikir telakkisini sunma bir olgunluk örneği olarak gösterilebilir. İşaret parmağımızın en rantabl ibresi, bu ince-hassas terazide misafir olursa, misafirliğini buna göre ayarlaması isabet eder diye düşünmekteyiz.
Kelam-ı israfta bulunmadan istinkaf edip nefsimize olan atf-ı cürümlerimizle, son sözümüzü bir büyüğümüzün serlevhasıyla kapatalım. İmam-ı Rabbâni hazretleri buyurur ki:
“Köle olan haddini bilmelidir!”
Gürsel Çopur