Hicrî senebaşı ve kanaat
Bugün 20 Eylül…Hicret’in 1378’inci yılınınve Hicrî-Şemsî yani “Hicret ile başlayan “güneş takviminin” ilk günü.
Bu takvim de aynen Mîladî sene gibi olduğundan; Hicrî sene de 365 günde bir, her 20 Eylül’de değişiyor.
Hicret; Sevgili Peygamberimizin artık yaşanılacak gibi olmayan Mekke’den, Hz. Ebû Bekir ile birlikte yola çıkıp, şehrin 5.5 km. güneydoğusundaki Sevr mağarasında 3 gün kalıp, P.tesi gecesi buradan ayrıldıktan sonra Eylül ayının 20. Pazartesi günü Medine yakınlarındaki Kubâ’ya vasıl olmaları… Ve burada da 3 gün kaldıktan sonra Cuma günü Medine’ye teşrif etmeleridir…
Hicrî Takvim, efendimizin işte o gün Kubâ Köyü’ne varmalarıyla başlar.
Medine’de yapılan ilk işlerden birisi Mescidü’n-Nebî adı verilen mescidin yapılması oldu. Bu mescidin çevresinde yapılan odalarda Peygamber Efendimiz kalıyordu.
Ayrıca mescidin avlusunda, caminin bir köşesine bitişik bir sofa (suffa) yapıldı. Mekke’den Medine’ye göç edip de evi, ailesi, kimsesi olmayanlar burada ikamet edip barınmaya başladılar. İşte bunlara Eshab-ı Suffa (Sofa sakinleri) denildi.
Sayıları yetmişten fazlaydı. Yemeleri ve içmeleriyle Peygamberimiz şahsen ilgileniyordu. Bunların herhangi bir işleri olmadığından Hz. Peygamber ile her vakit beraber olabiliyor ve O’ndan en çok istifade eden de onlar oluyor; İslâmın bütün inceliklerini öğreniyorlardı.
İçlerinden çok büyük alimler çıkan ve bir topluluğa İslâm’ı öğretecek birisi gerektiğinde, bunların arasından seçilen Eshab-ı Suffa; “Suffa Mektebi”nin yatılı öğrencileri durumundaydılar.
En çok hadis-i şerif rivayet etmiş olan Ebu Hureyre de bunlardan biriydi.
Asrın felaketi, olarak adlandırılan Marmara Depreminden sonra da sayısız “muhacirlik” yaşandı…
Göç edenler ve göçmeyip orda kalanlar, “kanaati” ve hep beraber “paylaşmayı” öğrendik…
Her konuda olduğu gibi, örnek; yine o örnek insan, sevgili peygamberimiz:
Alemlerin uğruna yaratıldığı bu muhteşem insan ve Allah’ın son Peygamberi sade bir hayat yaşamayı tercih ederdi. Dünya nimetlerinin çok azına kanaat ederdi.
Evlerinde günlerce sıcak yemek pişmediği olurdu.
Peygamber Efendimize 10 sene hizmet etmiş olan Enes Radıyallahü anh şöyle anlatıyor:
“Resulullah’ın mübarek hanelerinde et ile ekmek bir arada bulunmazdı. Bir arada bulunduğu zaman da yemekte bulunanlar çok olurdu.”
Peygamber efendimizin vefatından sonra Abdurrahman bin Avf hazretleri, bir gün misafirlerine et ve ekmek bulunan bir sofra getirdi. Bu arada da ağlamaya başladı.
Sebebi sorulduğunda buyurdu ki:
“Peygamber Efendimiz ve ailesi, dünyadan arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar yiyemeden ayrıldılar…
Biz şimdi et ile ekmeği bir arada yer olduk…
İşte bunun için ağlıyorum…
Kastımız, elbette tembellik etmek, çalışmamak; “ben az ile kanaat ederim” diyerek hiçbir şey yapmamak değil…
“Sadece şunu yemeli, bununla idare etmeli” demek de değil… Ki ayrıca bu bizim haddimiz de değil.
Lakin zor günler geldiğinde…
Afetlerle yahut başka mecburiyetlerle karşılaştığımız ve nemiz varsa elimizden gittiğinde… Veya bir diğerinin, komşumuzun, kardeşimizin bu duruma düştüğünü gördüğümüzde;
Paylaşmayı bilmeliyiz…
Kanaati öğrenmeliyiz…
Verenin “O” olduğu gibi, alanın da “O” olduğunu aklımızdan çıkarmayıp, özellikle de;
Öfkelerden ve isyanlardan uzak durmalıyız.
——————————————————
Zeytin!
Babalar işe gitmeden içilen çaydan demlikte kalanlar atılmamış, akşam üzeri tekrar kaynatılmış…
Bir iki çocuk daha var galiba. Beş altı tane de teyze…
Kim kimden dert yanıyordu bilmiyorum… Ama ufacık olduğum halde çok iyi hatırladığım şu ki; kocaman açtığı gözlerini devire devire çayını karıştıran kadının eleştirdiği kişi, “bir zeytini bir lokmada yiyormuş!..”
!..
Sakın bıyıkaltı gülmeye falan kalkmayın.
Düşünün ve tüyleriniz dikenleşsin. Üstelik bunu hatırlayan benim. Ben; dünkü çocuk!..
Babalarımız, dörde bölüyordu zeytinlerini;
…Kendi babalarının “ağaç kabuğu” yediğini düşünüp şükrettikleri sofralarda.
Bölünmüş zeytin olan sofralarda sonsuz şükür vardı.
“Elhamdülillah…”
Mezarlar yanyana…
Savaş zamanı ağaç kabuğu sıyırırken vurulan şehidin oğlu, ömrünü “zeytinini dörde bölerek ve şükrederek” geçirip, yattı babasının yanına.
Sonra, ağaç kabuğu yerken vurulan şehidin torununu getirdiler;
…Pavyondan!
Sövdüğü masa arkadaşı silahını çekmiş, basmış tetiğe. Küfrünün son kelimeleri kanlı bir köpük olarak çıkmış ağzından, kusmuğuyla karışık!
Mezarlıkta, küçük çocuğu şaşkın…
Gözyaşlarıyla soruyor “neden”i, “nasıl”ı…
Babasıyla arasına neden toprak dolduruyorlar?..
En yeni “barbi” bebeğine sarılmış küçük kardeşinin elinden tutmuş.
Korkuyorlar…
Babalarının gömüldüğü çukurun başına çökmüş beyaz sarıklı ve siyah kıyafetli o “adam” ne diyor, ne okuyor, ne yapıyor?
…Anlamıyorlar!
Stop
Muammer Erkul
20 Eylül 1999 Pazartesi