İnsanın hiçbir şey düşünemediği an… [18 Eylül 1999 Cumartesi]

İnsanın hiçbir şey düşünemediği an…

Odamda değildim… Alt katta, salondaki yemek masasının üzerine dağılmıştım…
Telefonum açıktı, zaman zaman mesajlar alıyordum ve biraz dalgın, hiç acelem yokmuş gibi “mesajlar” diye bir başlık yapmaya çalışıyordum, elle oynayarak…
Misafirler gecenin onikisinde gitmişlerdi. Bir ara üst kata çıktım, terasa açılan pencereyi ardına kadar açıp başımı ve omuzlarımı dışarı uzattım.
Mükemmel bir hava vardı; yıldızlar pırıl pırıldı… Güneşin doğacağı taraftan iyice yükselmiş olan “yıldızım” koskocamandı.
İşim vardı; ne çatıya, ne de terasa çıktım. Teras bu saatlerde güzel olsa da, çatıdaki kırmızı tuğlayla örülen birbuçuk metrelik şömine bacasının dibi güneş doğarken “en güzel” oluyordu.

Yaklaşık iki saattir masa başındaydım, hiçbir satır yazmamış olsam da… Bir defa kalktım sadece… Mutfağa geçtim, bir pet şişeye su doldurdum ve, ömrümde hiç yapmamış olduğum bir “iş” yaptım: Üç-beş tane, yavrusuna caddeden geçen vasıtaların nasıl kovalanacağını, onlara nasıl havlanacağını öğretmeye çalışan itin ve yavrularının üstüne su döktüm. Tutturamadım ama en azından apartmanın dibinden gitmelerini sağlayıp pencereyi kapattım.
Altımda dört kat daireler, onların altında iki katlı dükkanlar, en altta da bodrum katı var… Fakat gecenin sessizliğinde car carlayan bir sürü köpek sesi bunca yukarda olmama rağmen düşünmeme bile mani oluyordu.

Aradan biraz daha zaman geçti.
Hafif bir titreme duydum. Bu, yoldan geçen ağır vasıtaların sarsıntısına benzemiyordu, zaten geçen kamyon da yoktu…
O an sol omuzumun üstünden avizeye baktım; sallandığını görünce ayağa kalktım ve tam ona bakarken şiddetli bir sarsıntı başladı…
İşte, insanın hiç ama hiçbir şey düşünemediği an… Şarja bağlı telefonumun bana takılıp düştüğünü görür gibi oldum. Yalpalayarak koşarken kapıya kadar geldim. Sağ elim çıkış kapısında, sol elim üst katın merdiveninin yan duvarında, bacaklarım açık kendimi sabitleyip, sımsıkı dayandım. Kelime-i şehadet getiriyordum…

Elektrikler kesildiği an üst kattan hanımın seslendiğini duydum.
Bu sıralarda “öldürücü darbe” geldi…
Ağır bir suçun ardından yakamızdan yakalanmış ve sarsılıyor gibiydik. Silkeleniyorduk.
Kıpırdayamıyordum…
İki kolum ve iki bacağımla dört ayrı nokta arasına kendimi sıkıştırmış, bir yandan kelime-i şehadet, salevat-ı şerîfe getiriyor… Bir yandan da sımsıkı kapattığım gözlerimin ardında çevremde, alt katlarda ve temellerde neler olduğunu (sanki) görüyordum. En büyük dezavantaj binanın yeni (ve yarısının henüz boş) olmasıydı belki de. Belki temeller henüz oturmamıştı!..
Merdiven boşluğundan şiddetli bir gürültü geldi, ardından salon duvarının arkasından ağır bir blokun düşme sesi patladı…
Sarsıntı “ölümüne” ısrar ediyordu. Bitmiyordu… Kulaklarım uğulduyor, başım dönüyordu. Gözlerim sımsıkı kapalıydı ve sanki altımdaki bütün katlar yok olmuştu.
Demek herşey işte burda bitecekti!..
Demek böyle açılacaktı “kapı!”; şiddetli sarsıntılar ve karanlıklar içinde… Vakti henüz geçmemişti ama, keşke yatsı namazını kılmış olsaydım…
Eşhedü en lailahe illallah…
Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resulûhu…

Hanım seslendi, çağırdı…
Ben ona gelmesini söyledim.
“Elif Sabah uyuyor” dedi.
O an ellerim ve kollarım ayrıldı yapıştıkları noktadan, ilk kez… Tereddütsüz üst kata fırladım. Karyolanın üzerinde oturup kalmış olan hanıma “hadi” derken, kızımı kapıp omuzuma yasladım… Alt kata inerken bir an pencere camının hizasında kalan avizeye takıldı gözüm; bir park salıncağı gibiydi!..
Aklıma gelen, sadece; anahtarı yanıma almak oldu. Alt kattaki, kapıya çıkmış olan komşumuzu da alıp merdivenlerin zifiri karanlığında el ve ayak yordamıyla, bacaklarımız titreyerek zemine kadar indik…
Ayaklarım çıplaktı.
Bütün cadde aşağıdaydı… Her kılıkta, hatta kıyafetsiz insanlar!..

Birazdan büfenin sahibi Nazmi’ler geldi arabayla. Hep beraber parkın boşluğuna çıktık.
Telefon yukarda kalmıştı…
Bir saat sonra; “Galiba İzmit” diyen birini duydum. Sonra; “7’nin üstündeymiş” diyen birini. Ardından gene sallandığımızı hissettik.
Neler olduğunu görmek için çarşıya çıktığımızda itfaiye arabaları sağa sola gidiyordu. Birini takip ettik. Üç katlı bir ev göğü kaplayan alevler içinde çatır çatır yanmaktaydı. “Başka yangınlar da varmış” dediler.
Küçük kızımın zihninde deprem; “karanlık içinde uyanmak ve alevler arasındaki bir evi görmek” olarak yerleşti!..

Bir sokak arasında, elinde radyo olan insanlarla beraber ilk haberleri dinledik. Ümraniye’den, Numune Hastanesi’ne getirilenlerden bahsediyordu.
Gün ışırken evin karşısındaki sokağa girdik; bir binanın hasırları, bir defterin yedi sayfası gibi biribirine yapışmıştı. Pencereler, duvarlar, kolonlar dağılmış; koskoca apartmanın çatı ve kiremitleri neredeyse gözümüzün hizasına inmişti… (Devamı yarına kalsın.)

——————————————————–

Haydi, suratını yıka

Saat kaç?.. …
Güzel.
Şimdi senden küçük bir ricam olabilir mi?..
Tamam.
Bugün, uyandığın andan itibaren kendine yakıştırdığın ve kendin için söylediğin bütün sözleri hatırla…
Sonra bir aynanın karşısına geç.
Hepsini yeniden söyle.
Saçma olabilir… Ama nasılsa seni kimse görmeyecek. Kendin için bir saçmalık yap…
Ne mi farkedeceksin?
Sarfettiğin sözlerde kastettiğin insanı!..
Hadi… Aynanın karşısına geç ve yeniden söyle hepsini. Ve tam gözbebeklerine bakarak!..

Nasılsın şimdi?
Memnun musun duyduklarından?
Ben duymadın, umurumda da değil; asıl SEN memnun musun kendin için söylediklerinden?

Utanıyorum bazen…
Yirmi yaşında bir civan, oturmuş kahve köşesine; sigara tüttürüp, altı aydır çocukların elinde oynanan bir misket gibi mat gözlerle, kendisinin kopyası olan arkadaşlarına kendini zerkediyor!..
“Bu kadar uğraştık olmadı… Daha ne yapalım ki?..”
Otuz yaşında bir “babayiğit” yürürken, omuzlarını kaldırmayı akıl edemeyerek, onbeş yıldır oturduğu sert sandalyeye doğru yürüyor.
Sürüyor ayaklarını…
Ardından gelenlerin kendisini kopyaladığının farkında olmadan!..
Kırk yaşındakinin ileriye ve geriye göndermeleri yoğunlaşmış…
Bundan sonra ne yapılabilir ki?.. Yirmi yaşında olsaydım farklı olurdu… Otuz yaşında gençtim, dinamiktim!..

Aynı kahvehanede; aynı gürültü, aynı duman ve aynı miskin havaya maruz yirmi yaşından yetmiş yaşına kadar adamlar biribirlerine aynı sözleri ezberletiyor ve biribirlerine kafa sallıyor!..
O sırada seksen yaşındaki bir delikanlı elinde çapası, şeftali ağacının dibini aktarıyor… Torunlarının çocuklarıyla meyve paylaşmak için…

Kahvehaneler bir örnek… Kahve adamları da.
Asıl kahvehaneler içimizde; dumanıyla, tozuyla, miskin havasıyla… Aslında bütün hükümleri kendimize batırıyoruz ve bu minik yaralardan ince ince kan kaybediyoruz, boş yere.
Hadi geç aynanın karşısına…
Salya gibi, sümük gibi, kişiliğine yapıştırdığın bütün acziyetleri tekrarla, utanmıyorsan…

Ne olur kendini yuhalatma bana;
Git… Ve suratındaki “acziyeti” yıka!

Stop
Muammer Erkul
18 Eylül 1999 Cumartesi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir