İki senaryo [29 Mart 2000 Çarşamba]

İki senaryo

Sunuş :
İki aydır köşemizi tanıyıp, iki e-mail gönderip veya bir mektup yazıp; sonra da her nasılsa bulduğu telefonumla beni hesaba çekmeye çalışanlardan değildi o…
O, ayakları yere sağlam basan mantığı, kendisini dosdoğru gideceği yere götüren kararlılığı, inancı, sabrı ve iyiniyetiyle güzel bir örnek…
Ondan; “vazgeçmemeyi” öğrenebilirsek ne mutlu bize.
Ve kendi kafamızın içinde taşıdığımız “beynimizi nasıl kullanabileceğimizi” öğrenebilirsek…
Bir de kendimize, çevremize ve hayata “bakış açımızı kontrol etmeyi” öğrenebilirsek…
Ne mutlu.

Beş yıl kadar önceydi tanışmamız…
Sultan, sıkı bir okuyucumuzdu.
Çok zaman ve çok olay girdi araya, yıllar geçti.
Ve artık sizin onunla tanışmanızın zamanı geldi.
Sultan, bu mevsim; Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Bölümü’nden mezun oluyor.
Sultan için çok şeyler söyleyebilirim. Ama buna ihtiyaç yok; çünkü kendisi burda…
Siz en iyisi onu dinleyin.
“Minderlerinizin biraz daha soğuması gerektiği” kararını vermenize yardımcı olacağından eminim!..

Alkış istiyorum…
Hem de ayakta!..
Sultan Yılmaz için ve nice Sultan’lar için. (M.E.)

Senaryo 1
Yıl 1976… Hazan mevsiminin habercisi Eylül… Her bebek gibi bir bebek daha ağlayarak gözlerini açıyor dünyaya 6 Eylül’de…
Ailesi ve akrabaları bu tombiş ve yeşil gözlü bebeğin çevresini mutlulukla ve sevgiyle kuşatıyorlar.
Birbuçuk yıl sonra bir gün…
Bir gün, bir komşu teyzeyle başka bir komşu teyzeye “attaaa…” giden bu çocuk, o günün akşamında sararıp soluyor annesinin gözleri önünde. Ne oluyor, ne bitiyor?..
Bekliyorlar bir süre… Sonra alıp hastaneye götürüyorlar.
Teşhis konuyor sonunda: “Çocuk felci.”
Bazı büyükler de “nazar” olarak koyuyorlar teşhisi; “Yeşil gözlüydü, tombişti, güzel bir bebekti… Göze geldi…”
Ya da çocuk felci aşısı yapılmamıştı, hastalık geldi.

Sebep neydi bilinmez ama, sonuç ortadaydı işte: Dokuz ameliyat, acı ve gözyaşı… Üzerinde koşulamayan yollara duyulan özlem, yapılamayanlara duyulan hasret… Ne kaldı geriye?
Ameliyatlardan kalan dikiş izleri ve hasret, özlem, kahır, gözyaşı, sitem ve isyan kokan şiirler…
Aradan yıllar geçiyor ve o, ancak koltuk değnekleriyle yürüyebiliyordu..

Senaryo 2
Yıl 1976… Karların aklaştıracağı yeryüzünün çok yakında görülebileceğinin habercisi olan sonbahar… Ve sonbahara girişi gösteren Eylül…
Her bebeğin doğumu gibi bir bebek daha ailesinin gülücükleriyle gözlerini açıyor dünyaya 6 Eylül’de…
Ailesi ve akrabaları bu tombiş ve yeşil gözlü bebeğin çevresini mutlulukla ve sevgiyle kuşatıyorlar.
Birbuçuk yıl sonra bir gün…
Bir gün, bir komşu teyzeyle başka bir komşu teyzeye “attaaa…” giden bu çocuk, o günün akşamında sararıp soluyor annesinin gözleri önünde. Ama çok şükür; tamamen kuruyup gitmeden yeşertiyorlar tekrar bu hayatı.
Bu tombiş, yeşil gözlü bebek bırakıp gitmiyor ailesini ve ailesi de hiçbir zaman bırakmıyor onu.
Sebep neydi bilinmez ama sonuç ortadaydı işte: Ameliyat yaptırabilecek kadar durumları iyiydi. Nefes alabiliyor ve değnekler yardımıyla da olsa yürüyebiliyordu çocuk. Üstelik ailesinin yardımlarıyla ilkokula başlamıştı. Sonra ortaokul, lise…
Aradan yıllar geçiyordu ve o, üniversiteye gidiyor, çok sevdiği bölümü bitirerek çalışacağı işin hayalini kuruyordu. O artık evde yalnız yaşayabilecek kadar ev işlerini yapabilen, istediği yere koltuk değnekleriyle de olsa metro ya da otobüsle gidebilen ve en önemlisi de hayatı seven, umut dolu bir kızdı…

Sonuç
Aynı hayata farklı gözlerle bakılarak yazılmış iki senaryo… İlk senaryoyu geliştirip dizi film haline getirsem pek çok kişiyi ağlatabilirdim ve şu sesler gelirdi aralardan: “Vah vah! Ne yazık…”
İkinci senaryoya devam etseydim “Yaşama sevinci” ya da “Umut hep vardı” adıyla bir dizi film oluşturabilirdim. Aynı insanlar şunu söylerlerdi bu sefer: “Görüyor musun azmi?.. Biz ‘o’ şeylere sahipken; o, ‘bu’ şeylere sahip olmadan bizi geçiyor ve hayatı seviyor…”

Aslında bunlar birer senaryo değil; BENİM HAYATIM.
Ama hangisi benim hayatım, hangisi benim yaşadıklarım?
Bu soruyu cevaplayabilmek için önce bir “milât” tespit etmek gerekiyor. Bundan 5-6 yıl önce yaşadığım hayat “Senaryo 1”di. Bundan 5-6 sene öncesinden sonra ve şu an yaşadığım hayat ise “Senaryo 2” ile uyuşuyor.
-Olur mu canım?.. Gerçekler nasıl değişir ki?.. Geleceğini değiştirebilirsin, ama geçmişini asla!..

Doğru, geçmişimizi değiştiremeyiz.
Zaten ben de geçmişimi değiştirmedim ki… Ben, sadece GEÇMİŞE BAKIŞ AÇIMI değiştirdim.
Bugüne ve geleceğe ilişkin bakış açısını değiştirmek ise daha kolay zaten.
Ben ayaklarımı değiştirmedim; değneklerimi atmadım; yaşadıklarımı yok saymadım. Değiştiremem, atamam, yok sayamam da zaten.
Ama ben eski DÜŞÜNCELERİMİ değiştirdim, attım, yok ettim. ESKİ BEN değil ŞİMDİKİ BEN. Ben artık başkayım; ben artık gerçekten YAŞIYORUM.
HAYAT, YAŞAMAYI BİLENLER İÇİNDİR!..
Sultan Yılmaz

——————————————————–

Ey nefsim
Ey nefsim bundan sonra itminân lazım sana
Veya fâni dünyadan terk-i cân lazım sana
Şimdi yalnız uğruna fedâ etmek için cân
Ve fedâ-yı cân için de cânân lazım sana
Geldi geçti kadrini bilmedin nev-baharın
Hüznüne mütenâsib bir hazan lazım sana
Derdin yazmaya yetmez ne gazel, ne kasîde
Tercüme-i hâl için çok divân lazım sana
Boşa geçtikten sonra yüzyıl yaşasan ne ki,
Tövbe için bir anlık bir zaman lazım sana
Bu girift yolculukta sağa sola sapmadan
Menzile yetirecek ahterân lazım sana
Eline ne fırsatlar geçti harcadın bir bir
Bugün yalnız bir imkân… bir imkân lazım sana
Ne mal, ne mülk, ne rütbe; ne eş, ne dost, ne makam
Son nefeste sadece din-imân lazım sana
Dostlar kabre koyup da döndükleri gün seni
Gülşen-i mevâ ile âsûmân lazım sana
Geride kalanlar hep, dövünseler ne çıkar!
Ruhunu şâd edecek Söztutan lazım sana
Cevdet Söztutan

Stop
Muammer Erkul
29 Mart 2000 Çarşamba

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir